AZİZ AUGUSTİNÜS

 




Evet arkadaşlar bu yazıda sizlere Ortaçağ’ın patristik döneminin en meşhur filozofundan, Aziz Augustinüs’ten bahsetmek istiyorum. Hani derler ya, her azizin bir geçmişi, her günahkarın da bir geleceği vardır diye.. İşte Augustinüs bunun kanlı canlı bir örneği.. Aziz Augustinüs 354 yılında Afrika’da bugünkü Cezayir devleti içinde kalan Thagaste şehrinde dünyaya geliyor.

Babası dinle imanla pek fazla ilgisi olmayan bir pagan. Annesi ise koyu dindar bir Hristiyan..  Augustinüs Hristiyanlık tarihinde İsa Mesih ve Pavlus’tan sonraki en önemli kişidir herhalde ve de kilise doktorlarından sayılır. Hristiyanlık teolojisinde bir dönüm noktasıdır. 350 senedir tartışılan konulara bir açıklık getirmiş, onları formülize etmiş ve yerleştirmiştir. Hem dini hem de felsefi olarak Hristiyanlığı önemli ölçüde etkilemiştir yani. Özellikle günah, lütuf, özgür irade, kurtuluş gibi konulara kafa yormuş ve bu konularda önemli açıklamalar getirmiştir.

Şimdi Augustinüs gençliğinde hızlı bir hayat yaşıyor. Vur patlasın çal oynasın. Nerde akşam orda sabah. Karı kız gırla.. Anlıyorsun? Bütün bunları “İtiraflar” adli kitabında anlatır ki, otobiyografi tarzında türünün ilk örneğidir. Oldukça samimi ve sıcak bir dille yazılmış bu kitabı okumanızı öneririm.

Her neyse.. Şimdi bu itiraflar kitabında hayatını ve dünyaya bakışını değiştiren bir olay anlatır Augustinüs. Çocukken, mahallenin diğer çocuklarıyla beraber komşunun bahçesindeki armut ağacından armut çalar. İşte çocukken hepimizin yaptığı yaramazlıklardan. Ama bu olay bunun içine dert olur. Pişmanlık duyup vicdan azabı çekmeye başlar. Aslında vicdan azabı çekmesinin sebebi armut çalması değil. Kendi kendine diyor ki: Benim canım armut mu çekmişti de ben armut çaldım? Hayır. Peki kendi evimizde armut var mıydı? Evet vardı.. Peki o zaman ben bu armutu niye çaldım? Niye çaldım? Çünkü ben armutu değil, günahın kendisini sevdim.

Yani günah işlemenin, yasak bir iş yapmanın cazibesine, çekiciliğine karşı koyamadım. Lan görsem de canım çekse de armutu çalsam tamam bişey demiyecem. Ama yok! Sırf bir suç işlemiş olmak için yaptım..

İşte bu olay içine çok fena oturur ve günah konusuna kafayı takar. Günah nedir? İnsan nasıl günah işler? Tabi bu arada gençlik dönemine erişmiştir. On dokuz yaşındayken Kartaca’ya gelir. Şimdiki Tunus yani. Ve burda iyice dağıtır. Etrafı kadın kız doludur. Niye öyle bilmiyorum cidden. Yukarda dediğimiz gibi değişik kadınlarla çeşitli günahlar işlemeye devam ediyor ve sonra da büyük pişmanlıklar yaşıyordu..

Aslında en büyük isteği de kendisini günah işlemekten alıkoyabilmek. Bu yüzden de günahın doğasını araştırmaya başlıyor. Yani günah konusu Augustinüs’te ciddi ciddi bir saplantı haline geliyor. Bunu araştırırken de Maniestlere rastlıyor, yani Manizm dininin mensuplarına ve onların inançlarına hayran oluyor. Manizm MS 3. Yüzyılda Mani diye bir din adamı tarafından kurulan bir din. Hristiyanlık, Budizm, Zerdüştlük karışımı.. Ve bu dinde günah kavramı önemli bir yer tutuyor ve ciddi açıklamalar yapılıyor.. 

Şimdi Manizm diyor ki, dünyada iyiler ve kötüler vardır. Ve de bu kötülerin olması çok doğaldır. Yani dünyadaki dengenin korunması, düzenin sürmesi için kötülerin mutlaka var olması gerek. Ve de bu iyiler ve kötüler sürekli olarak birbirleriyle savaşır. O yüzden kötülere kızmak yerine onlara karşı önlem almalı ve onlarla mücadele etmeliyiz. Yani mesela senin evinin tavanı akıyor diye yağmura kızar mısın? Hayır.. Evinin çatısını tamir edersin öyle değil mi? Ya da çok sıcak yakıyor diye güneşe kızar mısın? Ona karşı önlem alırsın. Gerçi Adana’da birisi güneşe silah sıkmıştı kızıp...

İşte aynı şekilde kötülüğün ve dolayısıyla günahın olması çok doğal. Bu ikisinin bir arada olması ve çatışması dünyayı dengede tutar. Ancak insan aslında günah işlemez. İnsanın içinde bir iyi bir de kötülük doğası vardır ki, iyiliği de günahı da aslında bunlar işler. Yani senin içinde hem iyi var hem de kötü ve sen bunların hangisini daha iyi beslersen o güçlenir ve seni o yönlendirir.

Yani sen sürekli iyilik yaparsan içindeki iyi güçlenir, sürekli kötülük yaparsan da içindeki kötü güçlenir.. Ve de içindeki kötü güçlendiği zaman senin bedenini ele geçirir ve sana kötülük işletir. Mesela diyettesin. Önüne hamburger koydular. İçindeki kötü ve iyi savaşmaya başlar. İyi galip gelirse hamburgeri yemezsin. Kötü galip gelirse seni ele geçirir ve o hamburgeri sana yedirtir. Bunun gibi. Bu yüzden de mümkün olduğu kadar dünya nimetlerinden kendimizi uzak tutup oruç gibi, meditasyon gibi şeylerle içimizdeki kötüyü bastırıp iyiyi güçlendirmemiz lazım.

Bak gördün mü? Bu açıklamayla genç Augustinüs işlediği günahların pişmanlığından ve de vicdan azabından kurtuldu. O günahları işleyen ben değil mişim ya. İçimdeki o şeytanmış.. Yani bizim içimizde sürekli günah işleyen bir varlık var ve de fırsatını bulursa ve de gücü yeterse senin elinle günah işliyor. Yani sen bi nevi onun kuklasısın aslında. Sen hiçbir zaman kendi iradenle günah işlemiyorsun.

Tabi sonra Hristiyan olduktan sonra konu hakkındaki görüşü değişiyor. Günah diyor, ya da kötülük, iyinin eksikliği, ya da bozulmasıdır. Yani Hristiyan Augustinüs’ün inancına göre aslında iyi kötü çatışması diye bişey yok. İyi olandan sapma var. Aslolan iyiliktir yani. O yüzden kötülük diye bir şey de yok, kötü insan da yok. Doğru olanın, iyi olanın eksikliği var sadece. Ve de bu demektir ki, insan kötülüğü kendi iradesiyle işler. Kötü güçlerin onu ele geçirmesiyle değil. Bu yüzden de, kötüleri cezalandırmadan ziyade, onların ıslah edilmesine odaklanmak lazım..

Mesela bi yerde dolandırıcılık varsa, orda Manistlerin dediği gibi dürüstlükle sahtekarlığın çatışması yok. Dürüstlüğün eksikliği var sadece.. Anladın? Augustinüs’ün bu felsefesi de suçluların cezalandırılmasından çok ıslah edilmesine odaklanıyor haliyle... Mesela diyelim ki menemenin tadı yok, o zaman tuz eksiktir. Kalkıp da menemeni çöpe atmazsın demi. Tutar tuz eklersin.. Yani menemeni ıslah edersin. Onun gibi... O dolandırıcıda da eksik olan o dürüstlüğü ona öğretmeye çalışırsın.

Mesela bunun gibi, zulüm yoktur, adalet eksikliği vardır; korkaklık yoktur, cesaret eksikliği vardır.. Zina yoktur, iffet eksikliği vardır... Bakın bakış açısı değişince sonuç da nasıl değişiyor.. İyiyle kötünün çatışması yok yani.. İyinin eksikliği var sadece. Sürekli tekrar ediyorum ki iyice kafanıza yerleşsin.

Ve de bütün bunlardan ortaya şu çıkar: Tanrı mutlak iyidir. Yani Tanrı kötülüğü yaratmaz. O sadece iyilik yaratır. Ama insanlar bu iyiliği bozarak ya da eksilterek kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olurlar…

Bu günah kavramı bütün İbrahimi dinlerde önemli bir yer tutar. Çünkü insanın uğradığı haksızlıkları, zulümleri, kötülükleri açıklamak ve de özsaygıyı korumanın önemli bir yoludur. Yani bu başıma gelenler benim kendi yaptıklarım yüzünden geliyor. Tanrı beni bu şekilde terbiye ediyor ve iyi bir insan olup kurtuluşa ermemi istiyor. Bu düşünce insana zorluklara karşı dayanma gücü veriyor. Bu kesin. Ettiğimiz var ki bulduğumuz var düşüncesi yani.

Aziz Augustinüs Kartaca’da dokuz sene kalıp burda eğitim alıp aynı zamanda öğretmenlik yaptıktan sonra Roma’ya gider. Yaş 28. Ordaki okullar daha disiplinliymiş. Öyle diyolar..

İşte daha sonra arayışlarına devam ediyor. Roma’ya geldiğinde Hristiyanlıkla tanışıyor ama pek ilgisini çekmiyor.  İncil’i okuyor ve yazım tarzının çok basit olduğunu görüyor. Yani diyor ki, Çiçero’nun kitapları bile bundan daha etkileyici, böyle kutsal kitap mı olur? Hristiyanlık ilgisini fazla çekmiyor ama yavaş yavaş Manistlerin görüşlerinden de şüphe etmeye başlıyor ve onlarla arasına mesafe koyuyor.

Roma’da bir sene kaldıktan sonra Retorik öğretmeni olarak Milan’a gidiyor. Ve burda hayatını değiştirecek kişi olan Aziz Ambrose’la tanışıyor. Bu arada annesi Monica da onunla beraber Milan’a geliyor.

Annesi koyu Hristiyan ve oğlunun da Hristiyan olmasını çok istiyor. Çünkü Hristiyan olmazsa biricik oğlu cehennemde cayır cayır yanacak. Ana yüreği işte bunu kaldırmıyor. Dualar ediyor, gözyaşları döküyor. Augustinüs tabi pek yanaşmıyor. Bu arada bir de metresi var ve ondan da bir çocuğu var. Annesi tutturuyor buna evlen evlen diye. Bi kız buluyor. Nişanlanıyor. Ama yaşı 18den küçük olduğu için evlenemiyor henüz. Bu arada metresi de ağlayarak gözyaşları içinde, senden başka hiç bir erkek hayatıma girmeyecek diye yeminler ederek çocuğunu da alıp Afrika’ya dönüyor... Bu arada kızın yaşını dolmasını beklerken, kendine başka bir metres buluyor. Kolayını buldu ya. Nasıl olsa günahı işleyen ben değilim. İçimdeki şeytan...

Her neyse.. Dedik ya. Ambrose’la tanışıyor. Ambrose o dönemde Milan piskoposu. Yani şehrin en yüksek din görevlisi.  Onun konuşmalarından, vaazlarından, kutsal kitabı yorumlamasından çok etkileniyor. Aslında Kutsal Kitap çok daha derin anlamlara sahipmiş. Bir müddet Hristiyanlığı araştırdıktan sonra 386 yılında Manizm’den vazgeçiyor ve Hristiyan oluyor. Bizzat Milan piskoposu Aziz Ambrose tarafından vaftiz ediliyor. Hristiyan olduktan sonra hocalıktan da, metresinden de, nişanlısından da vazgeçiyor. Kendini dine adıyor ve ölene kadar bekar kalıyor.

Annesi tabi sevinçten havalara uçuyor. Ancak daha bi sene geçmeden hayatını kaybediyor. Augustinüs 388 yılında Afrika’ya, baba ocağına geri dönüyor. Üç sene sonra da Cezayir’in Hippo şehrine piskopos oluyor, 430 yılında 75 yasında ölene kadar, tam 39 sene bu görevde kalıyor. Öldüğü sırada görev yaptığı Hippo şehri Vandalların kuşatması altındaydı. Augustinüs öldükten kısa bi süre sonra da Vandallar şehri ele geçiriyor.

İşte bu piskoposluk döneminde hem Hristiyanlık teolojisi hakkında önemli çalışmalar yapıyor hem de “İtiraflar” ve “Tanrı Şehri” gibi önemli eserlerini yazıyor.

Evet Augustinüs’ün hayatı bu kadar... Şimdi gelelim felsefesine.

Augustinüs’ün felsefesinin en önemli konusu günah konusuydu ki bunu yukarda gördük. Felsefesinin ikinci önemli konusu ise “zaman” konusu. Ki dönemine göre gerçekten ileri derecede bir felsefedir. Yani zaman denilen olayın ne olduğu üzerinde ciddi ciddi düşünmüş ve bunu çözmeye çalışmıştır. Bildiğim kadarıyla felsefe tarihinde bunu yapan ilk kişi. Teolojik argümanlarla yapmış olsa dahi. Ve de zamanın öznel olduğunu, yani kişiden kişiye göre değiştiğini, herkesin zaman algısının farklı olduğunu söylemiştir.

Augustinüs’ün bu yaklaşımı daha sonraki filozofları ve bilim adamlarını derinden etkilemiştir ve zaman kavramı üzerinde ciddi çalışmalar ve araştırmalar yapılmıştır. Ve en sonunda Einstein zamanın göreceli olduğunu, herkes için aynı ve sabit olmadığını, hız ve kütle arttıkça zamanın yavaşladığını keşfetmiştir.. Nerden nereye... Yani Augustinüs zamanla ilgili bu görüşü ortaya atmasaydı, Einstein bu görecelilik teorisini keşfedebilir miydi acaba bilmiyorum gerçekten...

Şimdi Augustinüs bu zaman konusuna niye bu kadar kafayı takmış derseniz, bunun sebebi Tanrı’nın ezeli olması. Hem Hristiyan hem de İslam inancına göre Tanrı ezelidir. Yani varlığının başlangıcı yoktur... Yani şu tarihten, şu günden, şu andan itibaren vardır diyemeyiz. O hep vardı..

Peki nasıl oluyor bu? Buna cevap olarak diyor ki, Tanrı zaman üstüdür. Yani Tanrı için, Allah için zaman diye bi olay yoktur. Hem Hristiyanlıkta hem de Müslümanlıkta oldukça yaygın olan bu inanışı ilk ortaya atan Aziz Augustinüs’tür işte.

Peki bu nasıl oluyor? İşte bunu akla mantığa uygun bir şekilde açıklamak lazım. Augustinüs bu konuyu İtiraflar isimli eserinin 11. bölümünde uzun uzun ele alır. Ama söylediğinin özeti şu: Zaman diye bişey yok. Zaman  dediğimiz olay bizim kendi bulduğumuz, daha doğrusu uydurduğumuz bir olay. Hayatımızı daha da kolaylaştırmak için. Anladın?

Sahiden de bi düşünün kendi kendinize. Zamanın var olduğuna dair herhangi bir delil var mı? Ama  biz onu varmış gibi ölçüyoruz. Tıpkı bu matematikteki karmaşık sayılar gibi.. Niye? Çünkü hayat o şekilde daha da kolaylaşıyor.

Peki bizim sanki zaman varmış gibi bir illüzyon yasamamızın sebebi nedir? Etraftaki değişim tabi ki de. Yani işte gece gündüz olması, mevsimlerin değişmesi, bizim yaşlanmamız, ölmemiz, efendime söyleyim, uykumuzun gelmesi, acıkmamız...

Yani etrafta hiçbir değişim ve hiçbir hareket olmasa zaman diye bir kavramdan bahsetmemize imkan var mı? Yani zamanın var olduğuna dair elde hiçbir delil yok. Sadece değişim var ve değişimden dolayı biz zamanın var olduğunu zannediyoruz.. Entropi dediğimiz olay yani.

Kısaca: Zaman dediğimiz olay tamamen insan bilincinde var olan bir olay...

Ha anladın mı şimdi? Biliyorum anlaması zor. Ama kendinize sadece şunu sorun: Zaman diye  bir kavramın gerçekten var olduğuna dair bir delil var mı? Ve de cevap olarak sadece değişim ve hareketi bulduğunuzu göreceksiniz.

O halde, zaman sadece bizim bilincimizde uydurduğumuz bir illüzyonsa ve de sadece değişime bakarak bu illüzyona biz kapılıyorsak, Tanrı katında, hele ki daha hiçbirşey yaratılmadan önce değişim var mı? Yok.. Çünkü Tanrı’dan başka hiçbisey yok. Ve de Tanrı’nın kendisinde de asla hiçbir değişiklik bulamazsın..

Demek ki neymiş: Tanrı, yani Allah, zaman üstüymüş...

Anlaması zor bi konu olduğu için iyice anlayın diye böyle geniş geniş açıklıyorum.

Herhalde şu çok tartışılan sorunun cevabı da herhalde açıktır: Allah kainatı niye daha önce yaratmadı da tam o anda yarattı? Daha önce yaratamaz çünkü daha önce diye birşey yok... Çünkü zaman yok...

Ha şimdi, Augustinüs bu olaya biraz daha girmiş ve zaman dediğimiz olayı ciddi ciddi, uzun uzun incelemiş.. Demiş ki zaman dediğimiz nedir: geçmiş, şimdi ve gelecek.. Gramer kuralları gibi..

Şimdi, geçmiş diye birşey var mı? Yani şu anda geçmiş diye birşey yok. Geçmiş bizim zihnimizdeki hatıralardan ibaret. Ve de o hatıraların gerçekten de doğru olduğuna dair bir delil var mı? Psikoloji okuyan insanlar bilir. İnsan hafızası dediğimiz öyle herşeyi detaylarıyla hatırlamaz. Genel bir çerçeve hatırlar ve detayları kendisi tamamlar. Mesela sen iki yıl önce oturduğun bir odadaki perdeyi sarı olarak hatırlayabilirsin ama o perde kırmızı olabilir. Hafıza bunu kaydetmez ama kendisi tamamlar. Ve de sen bunu gerçekten de öyle zannedersin.

Başınıza geldi mi hiç bilmiyorum ama bazen izlediğiniz bir filmi yıllar sonra tekrar izlediğiniz zaman bazı bölümleri gerçekten de yanlış hatırladığınızı farkedersiniz. Mesela bi adamı camın önünde duruyor gibi hatırlarsınız ama filmi izleyince bi bakarsınız ki adam camı olmayan bi duvarın önünde duruyor.. Bunun gibi.. Ki bu durumun mahkeme şahitliklerinde ciddi sorunlar açması çok sık görülen bir olay.

Ya da mesela bi teknoloji çıksa da senin hafızanı silip tamamen yeni hatıralar yükleseler, o zaman senin geçmişin de otomatikmen değişmiş olacak değil mi? Bununla ilgili bi film izlemiştim. Hem de Türk yapımı. Beyin nakli yapılan bi adamın herşeyi başka hatırlayısı.. Ahmet Mekin oynuyordu.

Ha işte böyle.. Demek ki geçmiş dediğimiz zihnimizdeki hatıralardan ibaret.. Gelecek de sadece bizim beklentilerimiz.. Yani ben yarın sabah güneş doğacak diye bekliyorum. Ama doğmayabilir de yani.. Değil mi?

O zaman ne var? Sadece şimdi var.. Şu an var.. Ve şu an, ya da şimdi dediğimiz olay da her an değişiyor ve akıp gidiyor.. Yani aslında şu an diye de bir olay yok...

İşte Allah için, geçmiş, şimdi, gelecek hepsi bir aradadır. Hepsi de onun için “bir tek an” dır sadece. Bir saniye yani.. Saniye bile değil.. Salise... Yani senin için bir milyon yıl Tanrı için bir salisedir sadece... Ve böylece Tanrı geçmişi, şimdiyi ve de geleceğil bilir..

Şöyle bişey düşünün.. Daha önce izlediğiniz bir filmi ikinci defa izliyorsunuz diyelim.. Şimdi o filmdeki zaman diyelim ki 50 yıl sürüyor.. Yani bi adamın çocukluğundan ölümüne kadar anlatılan bir film düşünün. Bu 50 yıl o filmdeki karakterler içindir. Ama sizin içinse sadece iki saattir. Anladın?

Ve de filmi daha önce izlediğiniz için bütün karakterlerin neler yaşayacağını, başlarına neler geleceğini de bilirsiniz değil mi?

İşte Tanrı için de bu evrendeki hayat böyledir. Hatta sizin için o film iki saattir ama, Tanrı için bu daha kısa.. Yani milyarlarca sene Tanrı için sadece bir salisedir....

Evet aslında ilginç bir felsefe. Daha önce de söylediğimiz gibi, Augustinüs zaman üzerinde ciddi ciddi düşünüp onun doğasını anlamaya çalışan ilk filozoftur ve daha sonraki filozoflar ve bilim adamları arasında zaman kavramı ciddi bir araştırma konusu olmuştur...

Her neyse... Augustinüs’ün asıl çalışmaları tabiki teoloji alanında olmuştur. En meşhur eseri “Tanrı’nın Şehri”. Burda insanları ikiye ayırmış: Tanrı’nın şehrine ait olanlar – Dünya şehrine ait olanlar. Bu iki grubun özelliklerini yazmış. Kiliseyle devleti ayırmış, kiliseyi devletin üstüne koymuş ve devletin kilisenin denetiminde yönetilmesi gerektiğini uzun uzun anlatmış. Bu da işte Ortaçağ boyunca siyasetin içinde olan kilisenin siyaset felsefesinin temelini oluşturmuş.

Bi de kurtuluş öğretisi geliştirmiş ki, evlere şenlik. İnsanların ta en baştan, yaratılmadan önce cehenneme mi yoksa cennete mi gideceği Tanrı tarafından belirlenip ona göre dünyaya gönderilir demiş. Predestinasyon yanı.. Senin nereye gideceğin en baştan belli. Bu yüzden kurtuluş kişinin kendi çabalarıyla değil, ancak ve ancak Tanrı’nın lütfuyla gerçekleşir. Tabi bu görüş kurtuluş için kilisenin rolünü sıfırladığından kilisenin kendisi tarafından kabul edilmemiş. Bin sene sonra Reformcular tarafından tekrar buzluktan çıkarılmış ve savunulmuştur. Kilisenin etkisini azaltmak için.

Neyse arkadaşlar.. Diğer bazı teolojik görüşleri de var. Aslı günah öğretisinin derinleştirilip detaylandırılması gibi. Bunları da eğer isterseniz kendiniz araştırıp okursunuz..

Aziz Augustinüs bu kadar... Hadi kalın sağlıcakla...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞKUCULUK

PLATON II - İDEALAR

HERAKLİTOS