MAKYEVELLİ

 


Evet arkadaşlar… Geldik Makyevelli’ye.. Gelmiş geçmiş en meşhur siyaset filozofu. Prens diye bi kitap yazmış ki, bu kitap hala bütün devlet adamlarının, yöneticilerin falan bir nevi el kitabı bir nevi kullanma kılavuzudur… Makyevelist diye meşhur bir siyaset terimi dahi türemiştir onun adından yani..

Şimdi bu blogda her zaman yaptığımız gibi ilk evvela Makyevelli’nin hayatına ve de dönemin şartlarına bi göz atalım. Böylece onun felsefesini daha iyi anlama imkanı buluruz…

Şimdi Makyevelli 1469 yılında Florensa’da dünyaya geliyor. İtalya’da yani. Ama o dönemde İtalya yok. Yani İtalya diye bi devlet yok. İtalya şehir devletlerine bölünmüş. Yani her şehir kendi başına bir devlet. Yani işte hepsinin bir anayasası, kendi kanunları, bayrağı, devlet başkanı meclisi falan var. Florensa ayrı bir devlet, Roma ayrı bir devlet, Venedik ayrı bir devlet falan.. Bi de Vatikan var tabi. Papalık. O hala ayrı bir devlet gerçi.

Bu bölünmüşlük öyle bi kaç yıl süren bi şey değil ha. Batı Roma devletinin 476da yıkılmasından beri var. Bin senedir yani.

Bu durum Makyevelli’ye de çok fena koyuyor. Çünkü bu bölünmüşlükten dolayı sürekli olarak hem bu İtalyan şehirleri birbirleriyle savaşıyorlar ve de bu yetmiyor gibi bi de dışardan işgal ediliyorlar... Ve Makyevelli hayatını aslında İtalya’nın birleşip bir devlet olması için harcıyor aslında.. Bizdeki Turancılar gibi bi nevi..

Her neyse.. Makyevelli 1469 yılında İtalya’da, Florensa’da dünyaya gözlerini açıyor. Rönesansın yeni başladığı dönemler yani. Köklü bir burjuva ailesinden. Normalde zengin olması gerek değil mi? Ama değil işte. Makyevelli’nin dedesi zamanında batmış. Bütün elindeki serveti kaybetmiş. Uçan kuşa borçlanmış. Bu borçlar da haliyle o ölünce Makyevelli’nin babasına kalmış..

O dönemde bu türden burjuvaların, yani tüccarların iflas etmeleri çok sık görülüyordu. İtalya’nın çalkantılı bir siyasi yapısı vardı. Sürekli olarak savaşlar oluyor, ikitidar değişiyor, her iktidar değiştiğinde de desteklenen kesim de değişiyordu. Haliyle bu türden batışlar normal karşılanıyordu artık.

Akdeniz insanları ne kadar benziyor değil mi birbirine...

Biraz gözünüzün önünde canlandırabildim umarım o dönemi...

Kısaca işte bizim Nikolo Makyevelli, aynı o şekilde iflas etmiş bir burjuva torunu.

Ancak işte, sıkıntı burda başlıyor.. Makyevelli’nin babası gayet okumuş etmiş, eğitimli, kültürlü, bilgili bi adam. Oturmasını kalkmasını bilen biri yani. Bir hukuk doktoru. Evinin içi silme kitap dolu. Hukuk, bilim, ilim, felsefe kitaplarıyla falan. Ki o dönemde kitap çok pahalı bi şey ha.. Matbaa yeni icad edilmiş ama henüz çok yaygın değil. Yani kitapların çoğu el yazması.. Bi el yazması kitap almaya kalkın bakayım bi sahaftan. Kaç para istiyorlar..

Ancak Makyevelli’nin babası, babasından ve dedesinden kalan borçlarından dolayı mesleğini yapamıyor. Yani avukatlık hakimlik falan yapamıyor. Çünkü borcu çok diye loncaya, yani o zamanın barosuna kaydını yapmıyorlar. Önce borçlarını öde gel diyorlar.. E iş olmazsa adam borçlarını nasıl ödesin. Ellerindeki küçük bir iki parça topraktan gelen gelirle artık geçinmeye çalışıyorlar..

Yani Makyevelli fakir bir çocukluk geçiriyor, ama sıkı bir eğitim alıyor. Hem iyi okullarda okuyor, hem ev kitap dolu. Hem de babası oğluna iyi bir eğitim veriyor. Makyevelli’nin kendisi de meraklı.. Kısacası Makyevelli gayet entelektüel bi insan olup çıkıyor..

Ama asıl sorun ne fakirlik, ne de eğitim. Sorun şu: Makyevelli ve ailesi halen o malikanede yaşıyor. Yani dedelerinden kalma o büyük konak, şato her neyse. O zamanın kanunları gereği ailenin oturduğu eve gelip de haciz koyamıyorlar. Yani diğer zenginlerle aynı muhitte, aynı ortamdalar. Ve de onlarla aynı okula gidiyor..

E yani şimdi manzarayı düşünün. Bi tarafta pahalı elbiselerle, pahalı beslenmeleriyle, çikolataları püskevitleriyle diğer zengin çocuklar.. Bi tarafta da yamalı elbiseleri, ekmek arası yağ ile bizim Nikolo..

Çocuk milleti de zorbalığa meraklıdır bilirsiniz. Sürekli olarak Makyevelli’yle alay ediyorlar.. Aşağılıyorlar.. Çocuk bunları kaldıramıyor tabi. Eve geliyor. Anne babasına hiçbir şey belli etmek istemiyor üzülmesinler diye. Belli etse de zaten onların yapabileceği bir şey yok. Gereksiz yere onları üzmüş olacak. Ah bu çaresizlik var ya.. Allah kimseye vermesin..

Her neyse... İşte küçük Nikolo böyle acılardan böyle imtihanlardan geçiyor ve kendi kendine yemin ediyor: Güç sahibi olacam...

Evet yemin ediyorum ki, gün gelecek en güçlü ben olacam... Hiç kimse beni hor göremeyecek... Asşağılayamayacak... Hakaret edemeyecek... Ve de intikamımı alacam...

Zaten bu çocukluk yaralarıdır insanı harekete geçiren, motive eden.. Büyük yerlere gelmiş, büyük işler başarmış insanları bi araştırın.. Yüzde doksandokuzunda çocukluk yaraları, travmaları vardır.. O acının etkisiyle – teşbihte hata olmaz – adeta böyle yaralı hayvan gibi, ordan oraya dolaşarak güç elde ederler, büyürler..

Yani işi gücü yolunda olan, mutlu bir ailesi, mutlu bir çocukluğu, mutlu bir yuvası, hayatı olan insan ne diye kalksın da o derece cebelleşsin ki...

Her neyse...

Makyevelli gücü araştırmaya başlıyor.. Güç dediğin nedir? Nasıl elde edilir? Nasıl elde tutulur??

Tabi güç dediğimiz olay çeşit çeşit: Fiziki güç, ekonomik güç, askeri güç, siyasi güç..

Makyevelli’nin ilk üçüne ulaşma şansı çok az. Fiziksel güç zor, çünkü zayıf bir bedene sahip. O zaman şimdiki gibi protein iğneleri, keratin tozları falan yok tabi. Ekonomik güç zaten imkansız fakir bir aileden geliyor. Yine askerliğe kabul edilme şansı da çok az..

Geriye ne kalıyor? Siyasi güç..

Evet diyor işte Makyevelli... Siyasi güce ulaşmam lazım..

Zaten siyasi güce ulaşırsan, diğer üçü de otomatik olarak senin emrine girer...

Ve başlıyor siyaseti araştırmaya.. Siyasetin doğasını araştırmaya.. Ve hayretler içinde görüyor ki, güç, gerçekten de inanılmaz kirli bir şey..

Yani güç istiyorsan kirleneceksin... Ellerini kirleteceksin.. Yok temiz siyaset, yok ahlak, yok ilkeler... Bunların hiçbirisi siyasette geçerli değil..

Nasıl ki normal dünyamızdaki fizik kanunları atom altında geçmiyor, işte bizim günlük hayatımızdaki ahlak kuralları, bu siyaset dünyasında, güç savaşında, asla ve asla geçerli değil...

İşin teorik yönünü yalayıp yuttuktan sonra, iş kalıyor pratik yöne...

Şimdi, Makyevelli’nin dünyaya geldiği dönemde Florensa’nın başında şu meşhur Medici ailesi var. Popüler kültürün çok sevdiği bir ailedir. Dizileri, filmleri falan yapılmıştır, romanları yazılmıştır..

1494 yılında, yani Makyevelli 25 yasındayken, Fransa İtalya’ya saldırıyor, Florensa şehrini yöneten Medici ailesi İtalyanlara direnmek yerine onlara biraz taviz veriyor, halk bu duruma çok kızıyor ve Medici ailesini kentten sürüyor..

Neyse fazla uzatmayalım... Daha sonra Florensa’nın başına Savonarola diye bir din adamı geçiyor. Dini bi yönetim kuruyor. Ancak üç sene sonra halk ona karşı da ayaklanıyor ve onu tutuklayıp, işkencelerden geçirip, sonra meydanda asarak idam ediyorlar. Sonra yine aynı meydanda halkın gözü önünde cesedini yakıyorlar..

Ve daha sonra Florensa’da cumhuriyet rejimi kuruluyor. Ve rejimi kuranlar devletin önemli kurumlarını teslim edecekleri birini arıyorlar.. Ve işte tam da o sırada öne çıkan parlayan 29 yasında bir genç var: Nicolo Makyevelli... Sene 1498..

Makyevelli İkinci Şansölseyelik sekreterliğine getiriliyor ama bir müddet sonra devletin tek hakimi oluyor... Çünkü güç oyunları deyince Makyevelli’nin üzerine yok...

Ve işte Makyevelli çocukluğundan beri özlemini çektiği o güce kavuşuyor artık... Diplomatik görevler, savaş organizasyonları, devlet yazışmaları, yabancı devlet başkanlarıyla görüşme, önemli kararlar.. Hepsi, hepsi Makyevelli’nin elinden geçiyor...

Makyevelli 14 sene bu şekilde hüküm sürdükten sonra Medici ailesi İspanya’nın desteğiyle yeniden iktidarı ele geçiriyor ve böylece Makyevelli’nin iktidarı son buluyor. Makyevelli’nin malına mülküne el koyup bir çiftliğe sürgüne gönderiyorlar. Makyevelli bu çiftlikte gündüz bir ırgat gibi çalışıp geceleri kitaplarla meşgul oluyor ve eski ihtişamları günlerine kavuşma umuduyla burda tam 14 sene fakir bir ırgat gibi yaşadıktan sonra hayata gözlerini yumuyor...  

İşte bu çiftlikte sürgündeyken o meşhur Prens kitabını yazıyor...

Şimdi ne yazıyor bu Prens kitabında? Bu kitap aslında bir hükümdara öğütler içerse de, aslında yöneticilik yapan herkesin bir kullanma kılavuzu, bir başucu eseri olma niteliğinde..

Ne diyor mesela? Hükümdar iyi olmak zorunda değildir, ama iyi görünmek zorundadır. Dindar olmak zorunda değildir, ama dindar gözükmek zorundadır...

Bak gördün mü? Bizdeki inanç var ya hani, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.. Onun tam tersini söylüyor...

Yani hükümdar, devlet başkanı, siyasetçi, her neyse... Ateist bile olsa, dindar gözükecek.. Yani kilisede ya da camide her neyse ibadet edecek, buralardan resimler çektirip medyada servis edecek.. Çünkü halk olana görene değil, gördüğüne göre hükmeder.. Bu kadar basit..

Ha ben bunu yapmam efendim dersen nolur, CHP gibi ömür boyu muhalefette kalırsın.. Gerçi onlar da öğrendi son zamanlarda. İmamoğlu’nun İstanbul’u iki kere kazanması tesadüf değil yani. Camide Kuran okurken verdiği pozlardan sonra..

Başka neler diyor? Mesela diyor ki, bir hükümdar için aslolan iyi olmaktır. Ama hükümdar gerektiğinde kötülük yapmaktan çekinmicek. Ama bu kötülüğü yaparken şunlara dikkat edecek: Birincisi, kötülüğü çok kısa zamanda, bir defada yapıp bitirecek. Yani zamana yaymicak. İkincisi de, kötülüğü kendisi yapmicak, maşa kullanacak ve daha sonra da bu maşayı ortadan kaldıracak. Böylece hem iyi biri, hem de kötülük yapanı cezalandıran adil biri gibi gözükecek...

Anladın? Yani gördüğünüz gibi bize çocukluktan beri öğretilen o ahlak kurallarıyla pek bağdaşmıyor. Yani diyor ki, hükümdar dediğin riyakar, ikiyüzlü olacak diyor.. Eğer iktidarı elinde tutmak istiyorsan bu işin bu kuralı bu kardeşim diyor..

Zaten bu işlerin böyle yürüdüğünü siyasetle uğraşan herkes biliyor.. Ta antik çağdan beri, günümüz de dahil, bu iş böyle yürüyor. Ama ilk defa birisi çıkıyor ve bunu yükses sesle söylüyor. Ki haliyle bu da büyük bir tepkiye sebep oluyor ve şok etkisi yaratıyor.. Şeytanların yazdırdığı kitap da deniyor bu kitap için..

Makyevelli’de böyle çok öğütler var ama, aklıma gelenleri yazıyorum. Mesela çok meşhur. Der ki Makyevelli. Hükümdarın sevilmesi mi daha iyi yoksa korkulması mı? İdeal olan her ikisi. Ama bu ikisi genelde mümkün olmadığı için korkulmak en ideali diyor. Çünkü siyasette sevgi hiçbir şey. Yani gereksiz saçma sapan bi duygu. Sevgi çıkara dayanır, çıkar bitince sevgi de biter. Ama korku cezalandırılma ihtimaline dayanır ve bu yüzden de kolay kolay çıkmaz. O yüzden korku her zaman sevgiden çok daha güçlü bir duygudur..

Fobisi olanlar var mı aranızda? Köpek fobisi, uçak fobisi falan. Ha bu korkudan kurtulmanın ne kadar zor olduğunu herhalde az çok bilirsiniz..

Ama dikkat diyor Makyevelli... Asla kendinizden nefret ettirmiyeceksiniz.. Korku sevgiden güçlüdür, ama nefret de korkudan güçlüdür... Yani halk senden korksa bile, senden nefret ederse eğer, eninde sonunda seni devirir.. Ne kadar güçlü olursan ol.. Yani tarih bunun örnekleriyle dolu..

Peki halk senden ne zaman nefret eder? Namusuna, şerefine, onuruna, kutsalına dokunduğun zaman.. Ha işte kimsenin gururuyla, onuruyla, haysiyetiyle oynamicaksın.. İnsanların içinde diğerini küçük düşürmeyeceksin. Heleki ailesinin çocuklarının gözü önünde. Bunu yaparsan nolur? Sade yaptığın kişinin değil, halkın da nefretini çekersin. Halk o anda susar belki ama, günü geldiğinde bi şekilde bunu sana ödetir... Sen o adama mal mülk verirsin, ihya edersin, ama o gururunu kırdığın kişi gün gelir seni ardından hançerler ve sen de arkanı dönüp hayretler içinde sen de mi Brütüs dersin..

Bunun tersi de doğrudur. İnsanların sana sadakat göstermelerini istiyorsan, onları onurlandıracaksın. Özellikle gözden düşmüş, toplumun dışına itilmiş, ezilmiş insanları. Eğer o insanları kendilerinin değerine inandırırsan, onları yüceltirsen, onlara mal mülk falan vermene gerek yok.. Ölümüne sana sadık olurlar.. Bakın bu plaketler, madalyalar ünvanlar falan hep bunun için verilir işte... Anladın?

Bakın tarihte bunun çok güzel ve efsanevi bir örneği vardır. Hz Peygamber(sav) ezilen, itilip kakılan siyahi bir köle olan Bilal-i Habeşi’ye tarihin ilk ezanını okumak gibi büyük bir onuru vermiştir. 1400 senedir dünyanın her tarafında her gün beş defa okunan ezanları bi düşünün şimdi.. İşte bu ezanları ilk okuyan kişi Bilal-i Habeşi. Şimdi Bilali Habeşi’nin Hz Peygambere ölümüne sadık olması, onu canını verecek derecede sevmesi kadar normal bi şey olabilir mi?  

Her neyse Prens kitabında böyle öğütler böyle taktikler çok arkadaşlar. Bak mesela, Makyevelli der ki: Düşmanını,ya da rakibini, her neyse, yenmenin üç tane yolu vardır:

1 – Onu tamamen yok etmek.. Ki Makyevelli bunu hiçbir zaman tavsiye etmez. Son çare olarak görür. Çünkü birincisi inanılmaz masraflıdır. Sana getirisi çok azdır. İkincisi yok edilen düşman kaçacak yeri kalmayınca seninle ölümüne savaşır ve sana zararı çok büyük olur. Üçüncüsü de bir zalim olarak insanların aklında yer edersin. Mesela Hiroşima’ya atılan atom bombası. Zaten bunun örneği tarihte çok azdır..

2- İkinci yöntem, Makyevelli’ye göre en ideali, düşmanını kendi safına çekmek. Yani onunla savaşmak yerine, yani eğer düşmanın gerçekten donanımlıysa, ona gidip beraber çalışma teklif etmek. Düşmanlığın ne gereği var, gel beraber çalışalım. Ama bu adam bana şunu yaptı, bunu yaptı, şöyle hakaretler etti falan.. Geç bunları.. Siyasette böyle saçmalıklara yer yok.. Tabiki de bunu yaparken halka sunmak üzere iyi de bi gerekçen olacak. Devletin ve milletin menfaati  için kendi şahsi hesaplarımızdan vazgeçtik dersen mesela halkın gözünde iki misli büyürsün..

Buna örnek vermeme gerek yok herhalde.. Siyasette buna bol bol rastlıyoruz. Hatta Demirel sürekli kendisine ve partisine ağza alınmayacak laflar eden bir muhalif milletvekilini kendi partisine aldı ve milletvekili seçtirdi. Gazeteciler sorunca da dedi ki: “Eskiden karşı kapıya bağlıydı bize havliyordu. Şimdi bizim kapıya bağladık karşıya havliyor...”

Rakiple mücadele etmenin üçüncü yolu da rakibinin alanını daraltmak. Yani belli bir bölgede faaliyet göstermesini sağlayıp, o bölgenin dışına çıkmamasını sağlamak.. Eğer bi önceki yöntem ise yaramıyorsa bu en idealidir. Öbür türlü tümden silmek gerekir ki bu çok tehlikelidir. Her şeyini kaybeden bi adam seninle ölümüne savaşır ve sana zayiatı büyük olur... Unutmayın.. Makyevelli’nin en birinci kuralı: Korkutacaksınız, ama asla kendinizden nefret ettirmiyeceksiniz...

Makyevelli’nin mesela söylediği başka bir olay.. Bir hükümdar iki kesimi dengede tutmak zorundadır: Halk ve seçkinler..

Bir hükümdar halkın desteğini mutlaka ve mutlaka almak zorundadır. Arkanda halk desteği yoksa hiçbir zaman sen iktidar olamazsın, olsan bile orda fazla kalamazsın, kalsan bile birilerinin kuklası olarak orda sembolik bir şekilde durursun..

Halkın desteğini aldıktan sonra da seçkinlerle iyi geçinmen lazım. Kim bunlar? En başta tabiki askerler. Sonra işte bürokrasi, yargı, medya, iş adamları, sendikalar falan.. Eğer bunlarla iyi geçinmezsen bir şekilde seni alaşağı ederler..

İşte hükümdar halkın desteğini aldıysa, ve de seçkinleri kendisinden nefret ettirip karşısına almadıysa, hükümdarlığını sürdürür. Ama halkın desteği yoksa, seçkinlerin oyuncağı olur. Halkın desteği var da seçkinlerin yoksa, seçkinler çeşitli ayak oyunlarıyla seni yerinden eder..

Ama şu bi gerçek ki, halk desteği olan bir hükümdarla seçkinlerin uğraşması daha zor olur. O yüzden hükümdara karşı hareket ederken iki kere düşünürler, ama seni kafaya takarlarsa bir şekilde birleşirler ve seni devirirler..

Kısacası, seni iktidara getirecek olan halktır, ama seni iktidarda tutacak olan da seçkinlerdir. Seçkinler seni bir şekilde devirmeyi başarırlarsa, halkı yanında bulamazsın. Seni terkedip giderler.. Fazla güvenemezsin yani onlara..

Bak bunun dramatik bi örneğini bu memleket 28 Şubat’ta yaşadı. 1998 yılıydı sanırım. Erbakan ve Çiller’in kurduğu koalisyon iktidarda. Halkın yarısının desteğini almış bir hükümet var yani. Ama başta ordu olmak üzere, medyayı, iş adamlarını, akademi çevrelerini, sendikaları, yargıyı, bürokrasiyi.. Hepsini karşısına alınca hükümet, özellikle de Erbakan kanadı, halkın yarısının desteğini almış bir hükümeti çeşitli oyunlarla bir şekilde devirdiler.. Postmodern bir darbe yaptılar yani..

Bunun daha da dramatik ve üzücü bir örneği de Menderes’in başına gelenler..

O yüzden der ki Makyevelli, bir hükümdarın kendi ordusu olması şart.. Paralı askerler, ya da yardımcı askerler, yani başka bir hükümdardan ödünç alınmış bir ordu seni perişan eder. Bunlara asla güvenemezsin.. Ordudan kastettiği silahlı güçler değil sadece tabiki. Devletin bütün kurumlarını kastediyor... Yani devletin bütün kurumları sana bağlı olmalı, ya da onları bir şekilde kendine bağlamalısın. Tıpkı Erbakan’dan sonra iktidarı alan Erdoğan’ın yaptığı gibi..

Yenilik olayına çok değinir Makyevelli mesela.. Reform yapmak isteyen bir hükümdar.. Bi hükümdar için en tehlikeli olay budur. Çünkü eski düzenden nemalananlar sana inanılmaz derecede düşman olur. Yeni düzeni destekleyenler de işin sonunun ne olacağını bilmediğinden sana yarım yamalak destek olur. Bu yüzden yenilik yapmak isteyen bir hükümdar öncelikle gücünü tam olarak inşa etmeli. Yoksa onu bitirirler..

Tarihimizdeki en dramatik örneği Genç Osman. Yeniçerileri ortadan kaldırmak istedi ama bu onun canına mal oldu. Daha sonra İkinci Mahmut sabırla bekledi, kendi ordusunu kurdu ve sonunda yeniçerileri ortadan kaldırdı.

Atatürk dahi, o kadar güçlü olmasına rağmen, yaptığı reformlardan dolayı Şeyh Sait isyanı gibi büyük bir isyanla uğraştı. Bir suikastten de kılpayı kurtuldu...

Yukarda bahsettiğimiz 28 Şubat olayının da zaten asıl sebebi bu.. Erbakan’ın yapmak istediği yeniliker. Özellikle laik cumhuriyet aleyhine yapılan radikal söylemler.. Erbakan’ın kendisine ait bir ordusu olmadığı için devrildi. Ama daha sonra gelen Erdoğan ise sabırla kendi kurumlarını inşa etti ve gereken değişiklikleri yaptı. Genç Osman ve İkinci Mahmut olayının bir benzeri yani. Tarih tekerrürden ibaret diye boşuna dememişler..

Mesela Makyevelli’nin başka bir öğüdü. Düşmanını ya tamamen yok et, ya da harekete geçme. Çünkü öldürmeyip yaralı bıraktığın düşman dönüp gelir ve senden intikam alır..

Ve son olarak, Makyevelli yazgıya, yani kadere büyük önem atfeder. Fortuna der buna. Ama her şeyi yazgıya bağlamaz. İnsanın kendi becerisine de çok büyük önem atfeder. Virtu yani. Ve der ki, kader insanın önüne fırsatlar sunar, insan da kendi becerisiyle bunları değerlendirirse, bir şeyler elde eder...

Kader önüne fırsat sunmazsa, sen istediğin kadar yetenekli ol, hiçbir şey yapamazsın. Düşünse, kimbilir Anadolu köylerinde kaç tane Einstein, kaç tane Mozart okuma yazma bilmeyen bir köylü olarak hayata gözlerini yumdu...

Geldiğin yere ne kadar çok engel aşarak geldiysen orda o kadar sağlam durursun der mesela Makyevelli. Başkasının lütfuyla, hiç uğraşmadan, pat diye oraya geldiysen, orda fazla kalamazsın. Seni oraya getirenlerin oyuncağı olursun, onların çıkarına hizmet edersin, onlar da çıkarı bittiği anda seni kaldırıp atarlar...

Ha bunun istisnaları da var tabiki. Mesela Dördüncü Murat. Mesela Sultan Abdülhamit. Ama bunlar geldikten sonra sabırla temelleri attılar, kendilerini geliştirdiler, kurumları yavaş yavaş kendilerine bağladılar. Ama dediğim gibi bu çok zor ve istisnadır.

O yüzden bir hükümdar her zaman kendi gücüne ve silahına güvenmelidir. Bu tabiki sadece siyasette değil, hayatın her alanında böyledir.. O yüzden Prens kitabını okumanızı tavsiye ederim. Peşine de Sun Tzu’nun savaş sanatı kitabını okuyun. Hayatınızın değişeceğine garanti verebilirim...

Makyevelli bu kadar.. Hadi kalın sağlıcakla...

Yorumlar

  1. O kadar güzel kısa öz net ve açıklayıcı anlatıyorsun ki gerçekten teşekkürler. Özellikle tarihten günümüzden örnekler vermen de çok iyi. Reis felsefe yazılarını günümüze kadar yaz. Çünkü gerçekten hoş bir üslubun var o yüzden sabırsızlıkla bekliyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Vakit buldukça işte yazıyoruz dostum. Eşe dosta da duyurursanız blogu daha çok kişi faydalanır..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞKUCULUK

PLATON II - İDEALAR

HERAKLİTOS