FRANCIS BACON

 



Evet arkadaşlar. Geldik sıradaki filozofumuza. Francis Bacon. Meşhur bilim filozofu..

Şimdi Bacon 1561 – 1626 yılları arasında İngiltere’de yaşıyor. Aslen hukukçu. İngiltere’de başsavcı oluyor. Ancak daha sonra rüşvet aldığı için yargılanıyor, görevinden azlediliyor. Tabi o dönemde bütün hakim ve savcılar davalılardan hediyeler alıyor ama kabak Bacon’un başına patlıyor...

O dönemde İngiltere’de kural şuydu: Hakim ve savcılar hediyeler alabilir, ama kararlarını bu hediyelerden bağımsız tarafsız bir şekilde vermelidirler.. Tabi bu ne kadar mümkün bilmiyorum. Düşünsene mahkemeye hediyesiz çıkan bir fakirle, hediyelerle çıkan bir zengin arasında tarafsız kalabilmek..

Tabi bu yazılı bir kural değil ama herkes bunu bu şekilde benimsemiş...

Her neyse.. Biz felsefemize bakalım..

O dönemde gözleme dayalı bilim yükselen trend. Yani asırlardır ötelenen tümevarım yöntemi, yani tek tek olguları gözlemleyerek sonuca varma yöntemi tümdengelimi tahtından indirmiş ve bilime hakim olmuş.

Önceden nasıldı? Tümdengelim yöntemi hakimdi. Dedüksiyon yani. Diğeri de indüksiyon.

Tümdengelim yöntemi nasıldır? Önce bir doğru kabul edersin. Sonra bu doğrudan yola çıkarak yeni doğrular üretirsin..

Mesela çok meşhur örnek.. Bütün insanlar ölümlüdür... O zaman sen de ölümlüsün...

Tabiki bütün bu kabul edilen öncüller böyle ölümlü olmak gibi kesin doğrular içermiyordu. Bunlar genelde ya antik çağ felsefesinden, özellikle Aristo’dan, ya da kutsal metinlerden elde ediliyordu.

Mesela Aristo demiş ki, dünya kainatın merkezindedir. Bütün gök cisimleri de onun etrafında döner. Bu kesin doğru olarak kabul ediliyordu. Bütün gök haritaları, çizimler vesaire buna göre belirleniyordu. Sahiden böyle mi bi gözlemle test edelim diyen yok. Çünkü gözlem bedensel iş demek. Bedensel işi de o koca koca alimler, soylular yapmaz. O kölelerin işi..

Evet gerçekten de insanlık tarihinde uzunca bi süre bedensel iş yapmak, yani işte tarlada çalışmak, inşaatte amelelik yapmak falan küçük görüldü. Bunları yapan düşük seviyede insanlardı. Bu emeğin kutsallığı, çalışmak ibadettir söylemleri falan var ya. Bunlar hep endüstri devriminden sonra ortaya çıktı. İşçileri motive edebilmek için..

Ha şimdi işte 1500lü yılların ortalarından itibaren yavaş yavaş bu tümevarım, yani gözlem olayı kullanılmaya başladı. İlk olarak, bir rahip olan Kopernik, 1500lü yıllarda dünyanın döndüğünü keşfetti gözlem yaparak. Çünkü Kopernik’in yaptığı gözlemler dünyanın sabit olması inancıyla uyum göstermiyordu. Kopernik tabi uzun uzun düşündü niye böyle diye. O da din adamı olduğu için kesin olarak inanıyor ki güneş dünyanın etrafında dönüyor..

Niye böyle niye böyle derken bir gece yatağından zıplıyor. Lan yoksa dünya mı dönüyor??

Yine gözlem hesap kitap yaptıktan sonra dünyanın güneş etrafında döndüğüne kesin olarak inanıyor.. Dünya ve diğer gezegenler güneşin etrafında dairesel şekillerde dönüyorlar..

Tabi bunu o dönemde yayınlamak, yüksek sesle anlatmak öyle kolay değil. Heleki bi din adamı için. Kilise seni anında aforoz eder, sonra da diri diri yakar. Bunu etrafında bi kaç kişiye söylüyor ama öyle geniş kitlelere anlatamıyor..

Yıllar sonra bi arkadaşının ısrarı üzerine bu modelin yayınlanmasına izin veriyor. İzin verdikten hemen bir ay sonra hastalanıyor, felç oluyor, bir sene geçmeden de ölüyor...

Şimdi olsa bu olaydan ne komplo teorileri üretilirdi kimbilir...

Kopernik ölüm döşeğinde, ölmeden bi kaç gün önce kitabının ilk baskısını eline alıyor..

Her neyse Kopernik 1543 yılında ölüyor.. O öldükten 30-40 sene sonra Kepler ve Galile dünyaya geliyor..

Bu arada Kopernik’in kitabını yayınlayan arkadaşı kitabın başına bi önsöz koyuyor ve üstüne basa basa bu modelin gerçek olmadığını sadece matematiksel bir modelleme olduğunu söylüyor.. Kolay değil yani o dönemde kiliseyi karşına almak..

Kopernik’ten sonra Kepler bu durumla ilgilenmeye başlıyor. Hem o, hem de onun ustası bu konuyla ilgili uzun uzun gözlemler yapıyorlar, kayıtlar tutuyorlar falan. Ve Kepler de dünyanın gerçekten de güneş etrafında döndüğünü, ama Kopernik’in dediği gibi dairesel şekilde değil, elips şeklinde döndüğünü keşfediyor ve Kepler kanunlarını yazıyor..

Bildiğim kadarıyla bunlar tarihte modern anlamdaki matematik formüllerle ifade edilen ilk bilimsel kanunlar..

Ve daha sonra büyük Galile geliyor...

Galile 1564-1642 yılları arasında İtalya’da yaşıyor. Bir bilim adamı. Bir sürü keşif yapıyor. Hareket kanunları olsun, kuvvetlerle ilgili olsun falan.. Hatta ışığın hızını bile ölçmeye kalkıyor..

Ama onun tabi en önemli olayı dünyanin dönmesi. Galile Kopernik’in modelini doğru olarak kabul ediyor ama onlardan en önemli farkı bu olayı gözlemlemesi ve göstermesi..

Nasıl yapıyor bunu? Galile duyuyor ki Hollanda’da bir gözlükçü çeşitli mercekleri kullanarak bir teleskop yapmış. Ben de yapabilir miyim diye düşünüyor ve çeşitli denemelerden sonra gök cisimlerini yirmi misli büyüten bir teleskop yapmayı başarıyor.

Düşünün yani ay, güneş, Mars gözünüzün önünde.

Bi teleskoptan bakan var mı hiç aranızda? Varsa etrafınızda gidip bakın. Yoksa da youtube görüntülerinden izleyin. Ortaya acayip şeyler çıkıyor..

Her neyse Galile başlıyor izlemeye. Bi de bakıyor ki ayın yüzünde kraterler, çukurlar, dağlar var. Güneşte lekeler var. E halbuki bize gökyüzü kusursuz diye öğretmişlerdi. Yani Aristo öyle diyordu. Ayın üstü kusursuzdur değişmez diyordu. Ayın altındaki dünya değişirdi sadece. Tabi bu haliyle kilisenin de inancıydı. Yani Galile surda ilk gediği bu şekilde açıyor.

Sonra incelemeye devam tabi. Bi bakıyor ki Jüpiter’in dört tane uydusu var. Yani Jüpiter’in etrafında dönüp duruyor. E hani her şey dünyanın etrafında dönüyordu? Kiliseye bi gol daha..

Hayır daha da kötüsü, gökyüzünde çıplak gözle gözlenebilen yedi tane hareketli gök cismi var. Ay, güneş, Mars falan. Dört tane daha gezegen. Satürn’dü galiba biri unuttum..

Ve bu yüzden de yedi sayısına inanılmaz mistik bir anlam yüklenmiş. Hem Hristiyanlıkta, hem mitolojide, hem ezoterik sistemlerde. Dünyanın farklı pek çok kültüründe. Bütün bu yedi gök cismini kutsallaştırmışlar, onlara Tanrılarının adını vermişler. Mars mesela İskandinavların galiba savaş tanrısı..

Hatta haftayı da bu yüzden yedi güne bölmüşler ve her güne bu gökcisimlerinin ismini vermişler.. Sunday mesela. Güneş günü. Monday ay günü falan..

E noldu şimdi? Sen dört tane daha hareketli cisim keşfettin. Oldu onbir. Bu sistem de çöktü.

Tabi Galile diğerleri gibi sessiz kalmıyor. Adam bağıra bağıra bunları anlatıyor. Hatta İtalyanca bi kitap yazıyor bunları anlatan ve de matbaa sayesinde bu kitap elden ele dolaşıyor. O zamana kadar bu türden kitaplar normalde Latince yazılırdı ve halk bunu anlamazdı. Galile orda da bir devrim yapıyor..

Tabi kilise çıldırıyor. Yapma Galile. Etme Galile. Yakarız seni Galile.. Ama Galile dinlemiyor. Kiliseyle, din adamlarıyla baya baya alay eden yazılar yazıyor. Siz diyor İncil’i yanlış yorumluyorsunuz diyor. İncil’de de aslında dünyanın döndüğü yazar diyor..

Kilisenin adamları Galile’ye gelip diyorlar ki, bak diyorlar..  Bunun gerçek olmadığını, matematiksel bir modelleme olduğunu söyle.. Seninle uğraşmayalım. Hayır diyor Galile.. Matematiksel bir modelleme falan değil. Bu bütünüyle gerçek diyor. Dünya güneşin etrafında dönüyor...

Her neyse. En sonunda kilisenin sabrı taşıyor. Galile’yi yargılıyor. Ya bu sözünden dönersin ya da seni idam ederiz diyor.. Galile de tamam lan tamam dönmüyor amk diyor.. Dönmüyor tamam.. Allah belanızı versin... Tamam diyorlar Galile’ye. Seni affettik.. Ama ev hapsi verdik..

Galile mahkemeden çıkarken, tam kapıda duruyor.. Kendisini yargılayan hakimlere dönüyor ve o meşhur sözünü söylüyor: Ama yine de dönüyor...

Anlicanız Galile’nin bi mizahi, alaycı, ironik yönü var. Usta da bir yazar aynı zamanda ve kitaplarında bunu kiliseye karşı ustaca kullanıyor. Kiliseyi de en çok bu çıldırtıyor zaten.. Dünya dönmüyor diyen din adamlarıyla alay etmesi, onları aptal olarak göstermesi..

Galile ömrünün geri kalan kısmını ev hapsinde geçiriyor. Daha sonra gözleri kör oluyor. Güneşe bakmaktan olsa gerek herhalde. 1642 yılında hayata veda ediyor...

Ha şimdi bütün bunları niye anlattım? Dönemin ruhunu anlamanız için. Yani o dönemin düşünce yapısını anlamadan, 21. Yüzyıl kafasıyla yargılarsanız asla doğru çıkarımlar yapamazsınız..

Şimdi işte burda Francis Bacon sahneye çıkıyor. Galile’yle çağdaş. O dönem bu tür gözlemleri yapıp sonuçlar çıkaran tabi sadece Keplerle Galile değil. Bunlar bilinen belli başlı isimler ama, bu artık moda oluyor ve özellikle bilimle uğraşan insanların arasında yayılıyor. Sadece gökyüzü değil, tıp olsun, işte yağmur, kar gibi meteorolojik olaylar olsun, bitkiler hayvanlar olsun, hepsi bu tümevarım yöntemiyle incelenmeye başlıyor. Yani sıfır bilgiyle başla, gözlem yap ve sonuç çıkar..

Tümevarım dediğimiz işte bu. Tek tek gözlemlerden yola çıkarak hakikate ulaşmak. Mesela bakıyosun martıların hepsi beyaz. Yani bir ay boyunca ben değişik değişik yerlerde yüzlerce martıyı gözlemledim. Hepsi de beyaz. Demek ki martı beyaz..

Tabiki bu işte bi sistem olmadığı için, herkes bu işi kafasına göre yapıyor ve ortaya çok yanlış sonuçlar çıkabiliyor. Yani ortalık da böyle guya bilimsel kılıfı giydirilmiş yalan yanlış bir sürü hurafe dolaşıyor.

Çok meşhur örnektir. Kuğu örneği. Bütün kuğular beyaz. Demek ki kuğu beyaz bi hayvan. Ama Avustralya keşfedilince bi bakıyolar ki orda siyah kuğular var...

Ve Bacon diyor ki bu işi bi hali yola koyalım. Gözlem yaparken ve de bu gözlemden sonuçlar çıkarılırken nelere dikkat etmek lazım?

Ve de diyor ki: İnsanoğlunun hakikate ulaşmasını engelleyen dört tane put var. Bu putları yıkmadan kesinlikle ve kesinlike doğruya ulaşamazsın..

Nedir bu putlar? Birincisi kabile putu. Kabile dediği insan türü. Yani bütün insanlık bi aile bi kabile diyor..

Şimdi bu kabile putu, insan türünün doğuştan, yaratılıştan dolayı gelen zihin yapısından dolayı oluşturduğu önyargılar.. Nedir bu? Düzen arama takıntısı..

Şimdi insan zihni rastgeleliği, kaosu, düzensizliği sevmez. Bundan rahatsız olur. O yüzden de sürekli olarak düzen arar, düzen bulamazsa bunu kendi kurar. İşte bu devlet olsun, hukuk olsun, ahlak olsun, din olsun hepsi de bu düzen arayışının bir sonucudur.. Çünkü düzen olmayan yerde anarşi olur..

Mesela nikah dediğimiz olay bile bu düzen arayışının bir sonucudur. Yani herkes rastgele cinsel ilişkiye girmesin, kim kimle cinsel ilişkiye girecek, kim kimin babası ya da oğlu belli olsun. Sonuçta ortada miras diye bi şey var..

İşte bilimsel çalışmalarda da insanlar bu tuzağa çok kolaylıkla düşebiliyor. Karmaşık verilerden bir düzen oluşturup, bir genelleme yapıp kural oluşturmayı çok seviyor. Zaten bilim de bu şekilde çalışıyor ama bu şekilde bir genelleme yapmadan önce çok dikkatli olmak lazım. Yani pek çok kere, pek çok değişik şartlar altında gözlem yaparak ancak bu şekilde bir kural, bir genelleme oluşturabiliriz.. Anladın?

Mesela bi örnek: Su yüz derecede kaynar. Evet.. Yirmi defa kaynattım suyu. Hepsinde de yüz derecede kaynadı. Demek ki kural bu. Su yüz derecede kaynıyor. Al sana bilimsel bi kural. Ama çık şu tepeye. Bak bakalım su yüz derecede mi kaynıyor? Düşüyor yetmişe..

Ha bu durumda noluyor? Confirmation bias dedikleri olay devreye giriyor. Yani onaylama yanlılığı. Ya da tam tersi algıda seçicilik.. Yani senin hipotezine uyan verileri görüyosun, alıyosun, savunuyosun.. Ama senin hipotezine uymayan bilgileri ya görmezden geliyorsun, ya da çarpıtıyorsun..

Mesela yukardaki örnekte sen suyun yüz derecede kaynadığına kesin olarak inanmışsın. Noluyo bu durumda? Suyun yükseğe çıkınca yetmiş derecede kaynadığına inanmıyorsun. Yalan söylüyor diyosun. Senin termometren bozuktur diyosun. Yanlış görmüşsündür diyosun falan. Ya da tümüyle kulağını tıkıyosun...

İşte bundan kaçmak için ortaya attığımız bir kuralı defalarca ve farklı ortamlarda ve farklı şartlarda test etmemiz gerekir diyor Bacon... Kabile putunu ancak bu şekilde devirebiliriz...

İşte bak bu yüzden Kopernik gezegenlerin daire şeklinde döndüğünü söylemişti. Gezegenlerin daire şeklinde döndüğünü söyleyen elde hiçbir veri yok halbuki. Ama insan zihni ne diyor? Daire en mükemmel şekildir, tabiatta mükemmeldir, o zaman gezegenlerin daire şeklinde dönmesi gerekiyor. Yani önce zihnimiz buna inanıyor. Çünkü düzen ve mükemmellik arıyoruz. Sonra bu inancımızı doğrulayacak veriler arıyoruz, inancımızla çelişen verileri de görmezden geliyoruz.

Aynısı mesela Bohr’un atom modelinde de var. Elektronlar çekirdeğin etrafında daire şeklinde döner. Ya da mesela Newton kanunları. Bu kanunlara göre kainatta milimetrik çapta kusursuz matematiksel olarak tıkır tıkır saat gibi işleyen bir sistem var. Ve zihnimiz buna kolaylıkla inanıyor. Ama sonra atom altı dünyasi keşfedilince bi bakıyolar ki hiç de öyle düzen falan yok..

Yani kısaca arkadaşlar, doğa bizim zihnimizde yarattığımız o ideal dünyaya uymak zorunda değil. Bu sadece doğa için geçerli değil tabiki. Yani hayatta tecrübelerle görüyoruz ki, bilim dünyası, hukuk, siyaset, ekonomi, insan ilişkileri.. Bizim kafamızda kurduğumuz o idealden fersah fersah uzak. Platon’un idealarini hatırladınız mı? İdeal sadece bizim zihnimizde anlicanız...

Evrim teorisine karşı çıkışında sebebi aynıdır. İnsan en mükemmel canlıdır. Eşrefi mahlukat. Soyu sopu bellidir. Kainatın merkezidir. Tanrı’nın gözbebeğidir. Ama evrim ne diyor? İnsan dünyadaki binlerce canlı türünden bi tanesi sadece. Zaman içinde başka bir canlıdan evrimleşerek gelmiştir, hatta şempanzeler bizim kuzenimizdir, çünkü aynı atadan türedik. Tamamen bir kaos içinde ve tesadüfler sonucu evrimleştik ve bugünkü halimizi aldık. Halbuki dini metinler sayesinde biz zihnimizde bi düzen kurmuşuz. İlk insan Ademle Havva ve bütün insanlık ondan türedi. Şimdi hangisini kabul etmek daha kolay?

 

Lafı uzatmak istemiyorum ama, dünyanın kainatın merkezinde olduğu inancı da aslında bu düzen takıntısından gelir. Dünya kainatın merkezidir ve her şey onun etrafında döner. Yani insan zihni bu şekilde düşünmeye meyillidir. Çünkü birincisi basittir, ikincisi de sana bi düzen vaadeder. Ama sen kalkıp diyosun ki gökyüzünde trilyonlarca yıldız var, bu yıldızların etrafında aynı dünya gibi dönen katrilyonlarca gezegen var, dünyada bunlardan bi tanesi sadece. Yani altı üstü büyük bi kaya parçası.. La havle.. Bildiğim tüm doğrular yalan olsa diye bi şarkı vardı hatırlar mısınız? Eylem söylüyordu sanırım...

Kısaca arkadaşlar, insan zihni mükemmellik arayıp bunu genelleştirmeye meyillidir. İşte bu kabile putudur ve putu devirmek için zihni tamamen sıfırlayıp, resetleyip hiçbir şey bilmeyen birisi gibi gözlem yapmaya başlıyoruz... Bu birinci put..

İkinci putumuz mağara putu... Nedir mağara putu? Platon’un mağarasından esinlenme aslında. Yani senin geçmişte yaşadığın kişisel tecrübelerden, acılardan, aldığın eğitimden, hayat tecrübenden dolayı sende oluşan önyargılar..

Sen dünyayı bunlarla değerlendirdiğin için, dünyaya bu gözlükten baktığın için, bunlar senin gerçeği görmeni engeller. Yani mağarandan çıkman lazım. Bunun için de bu önyargıları bi tarafa bırakman lazim.

Devirmesi en zor puttur emin olun. Bizim düşüncelerimizin çoğunu bizim hayat tecrübelerimiz belirler. Atıyorum mesela, A milletinden on tane kötü görmüşündür, beyin hemen kodlar. A milleti kötüdür. O milletin içindeki iyi insanları görmezsin, görmezden gelirsin, ya da görsen bile bi şekilde bunu çarpıtırsın..

Ya da mesela, senin inandığın felsefeden, ya da inancından dolayı bazı bilgiler sende sabittir. Onların yanlış olabileceğini asla düşünmezsin.

Bak mesela Ortaçağda insanların çoğunluğu, Hristiyanlık inancından dolayı dünyanın sabit olduğuna inanıyordu. Öyle değil mi? Ve bu konuyla ilgili yaptıkları gözlemler araştırmalar da gerçeği bulmak için değil de bu inancı doğrulamak içindi. O yüzden kendi inançlarına uyan verileri alıyorlardı, uymayanları da görmezden geliyorlardı. Onaylama yanlılığı denilen olay. Yukardaki kabile putunda olduğu gibi.

Tabi sadece dünyanın dönmesi değil, mesela başka bir inanç neydi? Aristo’dan dolayı tabiki. Gökyüzü ayın üstü ve ayın altı diye ikiye ayrılır. Ayın üstü mükemmeldir, kusursuzdur, asla değişmez. Galile bunu teleskobuyla çürütmesine rağmen kimseyi inandıramadı. Teleskop yanlış gösteriyor dediler. Gözü yanıltıyor dediler. Algılarla oynuyor dediler. Dediler de dediler.. Al sana mağara putu..

Yani kısaca, inandığımız doğrularla uyuşan verileri görmek, onlara uymayanları gözardı etmek..

Bak bu hayatın her alanında var. Mesela fanatik Fenerbahçelisin. Bi kere inanmışsın en büyük takım Fenerbahçe diye. Fenerbahçe’nin Manchester’i yendiği maçı sabah akşam anlatırsın, açar açar izlersin. Ama Pendik’e yenildiği maçı unutursun, görmezden gelirsin, hatırlamazsın. Ya da yenildi ama şundan şundan dolayı dersin...

Aynısı siyasette de geçerli. İnandığın liderin hiçbir eksiğini görmezsin. Senin için o kusursuzdur. Ya da sevdiğimiz insanların kusurlarını gözardı ederiz, görmeyiz.. Anladın? İşte bunların hepsi mağara putu..

Einstein gibi bir dahi bile kendini bu mağara putundan kurtaramamış. Kuantum dünyası keşfedildiği zaman bunu kabullenememiş. Tanrı zar atmaz demiş. Tabi cevap olarak da demişler ki: Tanrı’ya ne yapacağını sen mi söyleyeceksin?

Her neyse arkadaşlar.. İşte bilimsel gözlem yaparken, tabi sadece bilimsel gözlemde değil, hayatın her alanında bir yargıya varmadan önce bütün önyargılarımızı sıfırlayıp gerçeği aramaya çıkmamız lazım. Tabi gerçeğin peşindeyseniz. Yok ben inanıyorum ve inancımı destekleyecek delil arıyorum diyorsanız zaten bilimle pek işiniz yok demektir...

Mağara putu bu kadar. Üçüncü putumuz çarşı putu.. Kelimeler... Sözcükler.. Hamlet diyor ya hani: Words... Words.. Words...

Şimdi nedir bu kelime putu? Kelimelerin yanlış kullanımından dolayı ortaya çıkan sıkıntılar.. Yani aynı kelimeyi ben başka bir anlamda söylerim.. Karşımdaki kişi onu daha başka anlamda kullanır..

Bu özellikle soyut kelimeler için çok yapılır. Mesela barış, adalet, özgürlük, eşitlik gibi kelimeler herkes için farklı anlam ifade edebilir. Özellikle bağlı olduğun siyasi görüşe göre. Ya da felsefi görüşe göre..

Ha şimdi aynı kelimeyi kullanıyoruz diye ikimiz de aynı görüşteyiz anlamına gelmez. Öyle değil mi? Özellikle Türkiye’de bu barış kelimesi son yirmi yılda o kadar sulandırıldı ki... Anlatmama gerek var mı? Biliyosunuz herhalde..

Ya da medeniyet kelimesi.. Akif diyor ya: Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar diye.. Sömürgeciler gittikleri yerlere medeniyet götürdüklerini iddia ederlerdi. Yani biz orayı sömürmeye, halkına zulmetmeye gitmiyoruz, oraya medeniyet götürüyoruz derlerdi. Eğer Kurtuluş Savaşı’nı vermemiş olsaydık aynı medeniyetten Türkiye’ye de getireceklerdi.

Bakın Belçika, sömürdüğü Kongo’da zulüm koymadı yaptı. İşkenceler, katliamlar, insanların, hatta çocukların ellerini ayaklarını kesmeler... Ama gidin bugün Brüksel’deki Kongo müzesine.. Orda hala Belçika Kongo’ya medeniyet götürdü yazar.. Civilisation.. Sivilizasyon yani..

Şimdilerde ise demokrasi götürüyorlar...

Her neyse laf lafı açıyor.. Bu kelimelerin anlamlarıyla ilgili en büyük sıkıntılar eski dini ve felsefi metinleri yorumlarken ortaya çıkıyor genelde.. Sen mesela iki bin sene önce yazılmış bi kitabı okuyosun. Bir kelime görüyorsun.. O kelimenin iki bin sene önceki anlamıyla, şimdiki anlamı çok farklı olabilir mi? Evet olabilir.. Ve sık sık da olan bi şey. Ama sen tutup o kelimeyi şimdiki bilginle yorumladığın zaman ortaya inanılmaz yanlış anlamalar çıkıyor..

Bak mesela sevişmek diye bi kelime var değil mi? Şurda elli altmış sene öncesine kadar bu kelime birbirini sevmek anlamında kullanılırdı. İki arkadaş mesela birbirleri için biz çok sevişiyoruz diyebilirlerdi. İki kardeş dahi birbirlerine bunu söyleyebilirlerdi. Ama şimdi bu kelimenin ne anlama geldiği herkesin malumu..

Ha işte.. Onu diyorum. Yüz sene öncesinde yazılmış bi kitapta bu ifadeyi görüp de bunlar eşcinsel diye ortaya çıkanın ağzına kürekle vurasım geliyor. Bak şimdi ortalıkta dolaşan bi kaç soytarı var. Mevlana ile Şems’e bu türden bir iftira atıyorlar. Mevlana’nın Şems’e yazdığı sevgi ve özlem dolu mektuplardan dolayı. Şimdi ben bunlara diyorum ki, be gerzek, be akılsız soytarı. O dönemde sevgi bu şekilde ifade ediliyordu. Mevlana’nın aşk deyince kastettiği ile, senin şimdi aşk denilince anladığın birbirinden çok çok çok farklı iki olay. Mevlana’nın aşk kelimesinden kastettiği birisine duyulan şiddetli sevgi. Bu anlamda bi anne de çocuğuna aşk duyabilir. Anladın mı olayı? Ama tabi eşcinsel lobisi çok güçlü. Onlara yaranmamız lazım...

Neyse.. İşte arkadaşlar.. Kelimelerin anlamlarını çok iyi tartmamız, ölçmemiz, biçmemiz lazım. Yoksa ortaya çok büyük yanlış anlamalar çıkabilir. Bunun başka bir örneği de diğer dillerden bizim dilimize geçmiş kelimeler ki, çoğu anlam kaymasına uğrar ve asıl anlamından sapar. Mesela şarap kelimesi. Arapçadan geçmiştir. Şerebe Arapça’da içmek demektir. Şarap da içecek demektir. Yani bi Arap’a şarap dediğin zaman o içecek kelimesini anlar. Onun için su da şaraptır, kahve de, çay da, viski de, rakı da.. İçecek yani. Bizim bildiğimiz şaraba ise onlar “hamr” der.. Şerbet, şurup, meşrubat kelimeleri de aynı kökten gelir..

Aynısı mesela mektep kelimesinde de vardır. Mektep Arapçada masa demekken, bizde okul olmuş. Ya da tez kelimesi Grekçe’de öne sürülen iddia anlamına gelir ama bizde işte üniversitedeki bitirme çalışması olmuş..

Yani özellikle bu dillerde konuşan birisiyle iletişim kurunca bunlara dikkat etmek lazım. O adam aynı kelimeyi çok farklı bir anlamda kullanabilir. Anladın?

Hatta bununla ilgili komik bi anım var. Fransızca mason kelimesi duvar ustası anlamına gelir. Türkiye’den Belçika’ya yeni gelmiş yarım yamalak Fransızca konuşan bi vatandaşımız bi Belçikalıya ne iş yapıyorsun diye sormuştu. Adam ben masonum deyince bizimkisi kısa süreli bi şok yaşamıştı... Bu arada bizdeki mason kelimesinin aslı da duvar ustası anlamına gelir. Tapınak şovalyeleri var ya hani. Bunlar sürekli olarak tapınak inşa ettikleri için, kendilerine biz duvar ustasıyız, inşaatçiyiz, yani masonuz demişlerdir.. Onların ismi ordan kalmadır.. İngilizcede de duvar ustası aynı şekilde mason kelimesiyle ifade edilir.. Hatta Masonlar Tanrı için kainatın mimarı derler..

Neyse.. Konuyu dağıtmayalım. Şimdi arkadaşlar bu kelime saptırmalar cidden çok yaşanıyor. Özellikle popüler kültürde. Mesela enerji kelimesi.. Falanca adam pozitif enerji veriyor, aurası yüksek.. Bilmem ne.. Ya da dişil enerjisi var, eril enerjisi var.. Bilmem ne.. Tabi bunların bilimsel bi geçerliliği var mı? Tabiki yok. Enerji bilimsel kelimedir  ve iş yapabilme kapasitesi anlamına gelir.. Anladın? Ha iş kelimesi de bu arada fizikte senin günlük hayatta kullandığın iş kelimesinden çok farklıdır.. Anladın? Yani bi cisme kuvvet uygulayıp yer değiştirme.. Yine mesela “doğal” kelimesi de bu şekilde ciddi anlamda sulandırılmış bir kelimedir.

Her neyse.. Bacon bu kelime olayına çarşı putu demiş. Hani insanlar çarşılarda, pazarlarda sürekli konuşurlar, dedikodu yaparlar, fikir alışverişinde bulunurlar ya. O anlamda. Kelime dediğimiz olay gerçekten güçlüdür arkadaşlar. Bizdeki oluşan hissiyatların yüzde doksanı kelimeler sayesinde oluşur. Yani duyarak. Mesela bi adama salaksın dersen üzülür. Çok zekisin dersen sevinir. Romantik kelimeler kullanırsın kendine aşık edersin. Gaza getirici kelimeler kullanıp coşturursun. Yani söz söyleme sanatını bilen kişi insanları istediği gibi manipüle edebilir.. Anlıyosun? O yüzden edebiyat, retorik, hitabet olayları çok önemlidir. Siyasetçiler falan giderler bunun özel dersini alırlar.. Yani kelime dediğimiz olay ciddi anlamda bir silahtır..

Yunus Emre demiş ya hani.. Söz ola kese savaşı, söz ola götüre başı, söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ide bir söz..

Bu çarşı putu olayının bir başka şekli de mecaz kullanımda yaşanıyor. Mesela eskilerin bi sözü var. Dünya öküzle balığın başı üzerindedir diye. Burda kastedilen aslında çok açık. Öküz tarımın sembolüdür, balık da avcılığın ve insanların çoğunluğu geçimini bundan sağlar. Ha şimdi bin sene sonra bunu okuyup da ne kadar cahillermiş dersen asıl sen cahilliğini ortaya koyarsın. Yani ben şimdi desem ki dünyayı petrol dönderiyor, ne demek istediğimi anlarsınız. Ama yüz sene sonra biri çıkıp da cahile bak, dünyayı yerçekimi kuvveti dönderiyor diyebilir

Her neyse arkadaşlar.. Herhalde bu konu anlaşıldı.. Özetle çarşı putu nedir? Kelimelerin içeriğini doğru bir şekilde anlayabilmek. Yani bu kelimeyi karşımdaki kişi kullandığı zaman hangi anlamda kullanıyor? Benim anladığım anlamda mı? Yoksa benim anladığımdan çok farklı bir anlamda mı? Buna dikkat etmezsek eğer ortaya yanlış anlamalar çıkar. Bu yanlış anlamalardan da ortaya çeşitli sıkıntılar çıkabilir...

Gelelim Bacon’un dördüncü ve son putuna... Tiyatro putu... Bu da sorgulanamayan, dokunulmaz kabul edilen, her dediği doğrudur denilen sistemler, yapılar. Din olabilir, felsefi sistem olabilir, siyasi bi akım olabilir, kült bir lider olabilir..

Ortaçağda mesela Skolastik düşünce ve Aristo dokunulmazdı. Her dedikleri doğru kabul edilirdi. Ya da mesela Marksist ülkelerin çoğunda Marksizmin ilkeleri tartışılmazdı. Hatta Çin’de bi süre Einstein’ın görelilik kuramının Marksizm’e aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandığını hiç duymuş muydunuz?

Hatta bilimin kendisi dahi bi tiyatro putu olabilir. Bilim böyle söylüyor o zaman doğrudur. Ya da falanca bilim adamı böyle söylüyor o zaman doğrudur gibisinden...

Kısaca arkadaşlar, işte gerçeğe ulaşmak istiyorsanız eğer, hiçbir şeyi sorgulamadan, deneye tabi tutmadan, test etmeden gerçek olarak kabul etmeyeceksiniz.. Bacon tabiki bunu bilimsel alanda söyledi ama, aslında bu ilkeler hayatın her alanında geçerli. Putları yıkabilmek.. Ama dikkat.. Yıktığınız putların yerine yenilerini koymayın..

Bilgi güçtür demiş Bacon aynı zamanda. Yani elde ettiğin bilgi, işine yaramıyorsa, mesela teknolojiye dönüşmüyorsa, hayatını kolaylaştırmıyorsa, ya da senin zihniyetini değiştirmiyorsa, ya da mesela topluma bir fayda sağlamıyorsa, o gereksiz bir ezber bilgi yığınıdır.. Anladın? Elde ettiğim bilgi bana pratik hayatta nasıl bir fayda sağlar? Bu konuya odaklanmak gerek.. Ortaçağda mesela Skolastik düşüncenin ilkeleri, Aristo’nun felsefesi tartışılır, konuşulur, ezberlenirdi ama öylece kalırdı...

Her neyse arkadaşlar... Yazımızı Asaf Halet Çelebi’nin güzel bir şiiriyle bitirelim:

İbrahim,
İçimdeki putları devir 
Elindeki baltayla

Kırılan putların yerine yenilerini koyan kim?

İbrahim...
Gönlümü put sanıp da kıran kim?

 

 

Yorumlar

  1. Yine sohbet havasından müthiş bir yazısıyla hasbihal ettik. “Dört put” öğretisi (kabile, mağara, çarşı, tiyatro) örneklerle ve günlük hayattan benzetmelerle açıklanmış. Okuyucuya felsefenin soyut değil, hayatla ilgili olduğu duygusunu veriyor.🤝

    Mizahi ve halk dili eğlenceli olsa da, yer yer ciddiyeti kırıyor (“lan tamam dönmüyor amk” gibi ifadeler). Bu, felsefi derinliği gölgeliyor.

    Som olarak “Onaylama yanlılığı”, “önyargılar”, “kelimelerin anlam kayması” gibi noktalarda aynı fikir farklı örneklerle tekrar tekrar anlatılmış, bu da ritmi yavaşlatıyor.
    Yunus Emre’den alıntı ve Asaf Halet Çelebi’nin şiiriyle bitirilmesi metne edebî bir derinlik katmış.

    İlgiyle bekliyorum, tebrik ederim

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

PLATON II - İDEALAR

KUŞKUCULUK

HERAKLİTOS