FRANCIS BACON
Evet arkadaşlar. Geldik sıradaki filozofumuza. Francis Bacon. Meşhur bilim filozofu..
Şimdi Bacon 1561 – 1626 yılları arasında İngiltere’de
yaşıyor. Aslen hukukçu. İngiltere’de başsavcı oluyor. Ancak daha sonra rüşvet
aldığı için yargılanıyor, görevinden azlediliyor. Tabi o dönemde bütün hakim ve
savcılar davalılardan hediyeler alıyor ama kabak Bacon’un başına patlıyor...
O dönemde İngiltere’de kural şuydu: Hakim ve
savcılar hediyeler alabilir, ama kararlarını bu hediyelerden bağımsız tarafsız
bir şekilde vermelidirler.. Tabi bu ne kadar mümkün bilmiyorum. Düşünsene
mahkemeye hediyesiz çıkan bir fakirle, hediyelerle çıkan bir zengin arasında tarafsız
kalabilmek..
Tabi bu yazılı bir kural değil ama herkes bunu
bu şekilde benimsemiş...
Her neyse.. Biz felsefemize bakalım..
O dönemde gözleme dayalı bilim yükselen trend.
Yani asırlardır ötelenen tümevarım yöntemi, yani tek tek olguları gözlemleyerek
sonuca varma yöntemi tümdengelimi tahtından indirmiş ve bilime hakim olmuş.
Önceden nasıldı? Tümdengelim yöntemi hakimdi. Dedüksiyon
yani. Diğeri de indüksiyon.
Tümdengelim yöntemi nasıldır? Önce bir doğru
kabul edersin. Sonra bu doğrudan yola çıkarak yeni doğrular üretirsin..
Mesela çok meşhur örnek.. Bütün insanlar ölümlüdür...
O zaman sen de ölümlüsün...
Tabiki bütün bu kabul edilen öncüller böyle ölümlü
olmak gibi kesin doğrular içermiyordu. Bunlar genelde ya antik çağ felsefesinden,
özellikle Aristo’dan, ya da kutsal metinlerden elde ediliyordu.
Mesela Aristo demiş ki, dünya kainatın merkezindedir.
Bütün gök cisimleri de onun etrafında döner. Bu kesin doğru olarak kabul
ediliyordu. Bütün gök haritaları, çizimler vesaire buna göre belirleniyordu. Sahiden
böyle mi bi gözlemle test edelim diyen yok. Çünkü gözlem bedensel iş demek.
Bedensel işi de o koca koca alimler, soylular yapmaz. O kölelerin işi..
Evet gerçekten de insanlık tarihinde uzunca bi
süre bedensel iş yapmak, yani işte tarlada çalışmak, inşaatte amelelik yapmak
falan küçük görüldü. Bunları yapan düşük seviyede insanlardı. Bu emeğin kutsallığı,
çalışmak ibadettir söylemleri falan var ya. Bunlar hep endüstri devriminden
sonra ortaya çıktı. İşçileri motive edebilmek için..
Ha şimdi işte 1500lü yılların ortalarından
itibaren yavaş yavaş bu tümevarım, yani gözlem olayı kullanılmaya başladı. İlk
olarak, bir rahip olan Kopernik, 1500lü yıllarda dünyanın döndüğünü keşfetti gözlem
yaparak. Çünkü Kopernik’in yaptığı gözlemler dünyanın sabit olması inancıyla
uyum göstermiyordu. Kopernik tabi uzun uzun düşündü niye böyle diye. O da din
adamı olduğu için kesin olarak inanıyor ki güneş dünyanın etrafında dönüyor..
Niye böyle niye böyle derken bir gece yatağından
zıplıyor. Lan yoksa dünya mı dönüyor??
Yine gözlem hesap kitap yaptıktan sonra dünyanın
güneş etrafında döndüğüne kesin olarak inanıyor.. Dünya ve diğer gezegenler güneşin
etrafında dairesel şekillerde dönüyorlar..
Tabi bunu o dönemde yayınlamak, yüksek sesle
anlatmak öyle kolay değil. Heleki bi din adamı için. Kilise seni anında aforoz
eder, sonra da diri diri yakar. Bunu etrafında bi kaç kişiye söylüyor ama öyle
geniş kitlelere anlatamıyor..
Yıllar sonra bi arkadaşının ısrarı üzerine bu
modelin yayınlanmasına izin veriyor. İzin verdikten hemen bir ay sonra hastalanıyor,
felç oluyor, bir sene geçmeden de ölüyor...
Şimdi olsa bu olaydan ne komplo teorileri üretilirdi
kimbilir...
Kopernik ölüm döşeğinde, ölmeden bi kaç gün önce
kitabının ilk baskısını eline alıyor..
Her neyse Kopernik 1543 yılında ölüyor.. O öldükten
30-40 sene sonra Kepler ve Galile dünyaya geliyor..
Bu arada Kopernik’in kitabını yayınlayan
arkadaşı kitabın başına bi önsöz koyuyor ve üstüne basa basa bu modelin gerçek
olmadığını sadece matematiksel bir modelleme olduğunu söylüyor.. Kolay değil yani
o dönemde kiliseyi karşına almak..
Kopernik’ten sonra Kepler bu durumla
ilgilenmeye başlıyor. Hem o, hem de onun ustası bu konuyla ilgili uzun uzun gözlemler
yapıyorlar, kayıtlar tutuyorlar falan. Ve Kepler de dünyanın gerçekten de güneş
etrafında döndüğünü, ama Kopernik’in dediği gibi dairesel şekilde değil, elips şeklinde
döndüğünü keşfediyor ve Kepler kanunlarını yazıyor..
Bildiğim kadarıyla bunlar tarihte modern
anlamdaki matematik formüllerle ifade edilen ilk bilimsel kanunlar..
Ve daha sonra büyük Galile geliyor...
Galile 1564-1642 yılları arasında İtalya’da yaşıyor.
Bir bilim adamı. Bir sürü keşif yapıyor. Hareket kanunları olsun, kuvvetlerle
ilgili olsun falan.. Hatta ışığın hızını bile ölçmeye kalkıyor..
Ama onun tabi en önemli olayı dünyanin dönmesi.
Galile Kopernik’in modelini doğru olarak kabul ediyor ama onlardan en önemli
farkı bu olayı gözlemlemesi ve göstermesi..
Nasıl yapıyor bunu? Galile duyuyor ki Hollanda’da
bir gözlükçü çeşitli mercekleri kullanarak bir teleskop yapmış. Ben de
yapabilir miyim diye düşünüyor ve çeşitli denemelerden sonra gök cisimlerini yirmi
misli büyüten bir teleskop yapmayı başarıyor.
Düşünün yani ay, güneş, Mars gözünüzün önünde.
Bi teleskoptan bakan var mı hiç aranızda?
Varsa etrafınızda gidip bakın. Yoksa da youtube görüntülerinden izleyin. Ortaya
acayip şeyler çıkıyor..
Her neyse Galile başlıyor izlemeye. Bi de bakıyor
ki ayın yüzünde kraterler, çukurlar, dağlar var. Güneşte lekeler var. E halbuki
bize gökyüzü kusursuz diye öğretmişlerdi. Yani Aristo öyle diyordu. Ayın üstü
kusursuzdur değişmez diyordu. Ayın altındaki dünya değişirdi sadece. Tabi bu
haliyle kilisenin de inancıydı. Yani Galile surda ilk gediği bu şekilde açıyor.
Sonra incelemeye devam tabi. Bi bakıyor ki Jüpiter’in
dört tane uydusu var. Yani Jüpiter’in etrafında dönüp duruyor. E hani her şey dünyanın
etrafında dönüyordu? Kiliseye bi gol daha..
Hayır daha da kötüsü, gökyüzünde çıplak gözle
gözlenebilen yedi tane hareketli gök cismi var. Ay, güneş, Mars falan. Dört
tane daha gezegen. Satürn’dü galiba biri unuttum..
Ve bu yüzden de yedi sayısına inanılmaz mistik
bir anlam yüklenmiş. Hem Hristiyanlıkta, hem mitolojide, hem ezoterik sistemlerde.
Dünyanın farklı pek çok kültüründe. Bütün bu yedi gök cismini kutsallaştırmışlar,
onlara Tanrılarının adını vermişler. Mars mesela İskandinavların galiba savaş
tanrısı..
Hatta haftayı da bu yüzden yedi güne bölmüşler
ve her güne bu gökcisimlerinin ismini vermişler.. Sunday mesela. Güneş günü. Monday
ay günü falan..
E noldu şimdi? Sen dört tane daha hareketli
cisim keşfettin. Oldu onbir. Bu sistem de çöktü.
Tabi Galile diğerleri gibi sessiz kalmıyor. Adam
bağıra bağıra bunları anlatıyor. Hatta İtalyanca bi kitap yazıyor bunları
anlatan ve de matbaa sayesinde bu kitap elden ele dolaşıyor. O zamana kadar bu
türden kitaplar normalde Latince yazılırdı ve halk bunu anlamazdı. Galile orda
da bir devrim yapıyor..
Tabi kilise çıldırıyor. Yapma Galile. Etme
Galile. Yakarız seni Galile.. Ama Galile dinlemiyor. Kiliseyle, din adamlarıyla
baya baya alay eden yazılar yazıyor. Siz diyor İncil’i yanlış yorumluyorsunuz
diyor. İncil’de de aslında dünyanın döndüğü yazar diyor..
Kilisenin adamları Galile’ye gelip diyorlar
ki, bak diyorlar.. Bunun gerçek olmadığını,
matematiksel bir modelleme olduğunu söyle.. Seninle uğraşmayalım. Hayır diyor Galile..
Matematiksel bir modelleme falan değil. Bu bütünüyle gerçek diyor. Dünya güneşin
etrafında dönüyor...
Her neyse. En sonunda kilisenin sabrı taşıyor.
Galile’yi yargılıyor. Ya bu sözünden dönersin ya da seni idam ederiz diyor..
Galile de tamam lan tamam dönmüyor amk diyor.. Dönmüyor tamam.. Allah belanızı
versin... Tamam diyorlar Galile’ye. Seni affettik.. Ama ev hapsi verdik..
Galile mahkemeden çıkarken, tam kapıda
duruyor.. Kendisini yargılayan hakimlere dönüyor ve o meşhur sözünü söylüyor:
Ama yine de dönüyor...
Anlicanız Galile’nin bi mizahi, alaycı, ironik
yönü var. Usta da bir yazar aynı zamanda ve kitaplarında bunu kiliseye karşı
ustaca kullanıyor. Kiliseyi de en çok bu çıldırtıyor zaten.. Dünya dönmüyor
diyen din adamlarıyla alay etmesi, onları aptal olarak göstermesi..
Galile ömrünün geri kalan kısmını ev hapsinde
geçiriyor. Daha sonra gözleri kör oluyor. Güneşe bakmaktan olsa gerek herhalde.
1642 yılında hayata veda ediyor...
Ha şimdi bütün bunları niye anlattım? Dönemin
ruhunu anlamanız için. Yani o dönemin düşünce yapısını anlamadan, 21. Yüzyıl kafasıyla
yargılarsanız asla doğru çıkarımlar yapamazsınız..
Şimdi işte burda Francis Bacon sahneye çıkıyor.
Galile’yle çağdaş. O dönem bu tür gözlemleri yapıp sonuçlar çıkaran tabi sadece
Keplerle Galile değil. Bunlar bilinen belli başlı isimler ama, bu artık moda oluyor
ve özellikle bilimle uğraşan insanların arasında yayılıyor. Sadece gökyüzü değil,
tıp olsun, işte yağmur, kar gibi meteorolojik olaylar olsun, bitkiler hayvanlar
olsun, hepsi bu tümevarım yöntemiyle incelenmeye başlıyor. Yani sıfır bilgiyle
başla, gözlem yap ve sonuç çıkar..
Tümevarım dediğimiz işte bu. Tek tek gözlemlerden
yola çıkarak hakikate ulaşmak. Mesela bakıyosun martıların hepsi beyaz. Yani
bir ay boyunca ben değişik değişik yerlerde yüzlerce martıyı gözlemledim. Hepsi
de beyaz. Demek ki martı beyaz..
Tabiki bu işte bi sistem olmadığı için, herkes
bu işi kafasına göre yapıyor ve ortaya çok yanlış sonuçlar çıkabiliyor. Yani
ortalık da böyle guya bilimsel kılıfı giydirilmiş yalan yanlış bir sürü hurafe
dolaşıyor.
Çok meşhur örnektir. Kuğu örneği. Bütün kuğular
beyaz. Demek ki kuğu beyaz bi hayvan. Ama Avustralya keşfedilince bi bakıyolar
ki orda siyah kuğular var...
Ve Bacon diyor ki bu işi bi hali yola koyalım.
Gözlem yaparken ve de bu gözlemden sonuçlar çıkarılırken nelere dikkat etmek
lazım?
Ve de diyor ki: İnsanoğlunun hakikate ulaşmasını
engelleyen dört tane put var. Bu putları yıkmadan kesinlikle ve kesinlike doğruya
ulaşamazsın..
Nedir bu putlar? Birincisi kabile putu. Kabile
dediği insan türü. Yani bütün insanlık bi aile bi kabile diyor..
Şimdi bu kabile putu, insan türünün doğuştan, yaratılıştan
dolayı gelen zihin yapısından dolayı oluşturduğu önyargılar.. Nedir bu? Düzen
arama takıntısı..
Şimdi insan zihni rastgeleliği, kaosu, düzensizliği
sevmez. Bundan rahatsız olur. O yüzden de sürekli olarak düzen arar, düzen
bulamazsa bunu kendi kurar. İşte bu devlet olsun, hukuk olsun, ahlak olsun, din
olsun hepsi de bu düzen arayışının bir sonucudur.. Çünkü düzen olmayan yerde
anarşi olur..
Mesela nikah dediğimiz olay bile bu düzen arayışının
bir sonucudur. Yani herkes rastgele cinsel ilişkiye girmesin, kim kimle cinsel ilişkiye
girecek, kim kimin babası ya da oğlu belli olsun. Sonuçta ortada miras diye bi şey
var..
İşte bilimsel çalışmalarda da insanlar bu tuzağa
çok kolaylıkla düşebiliyor. Karmaşık verilerden bir düzen oluşturup, bir
genelleme yapıp kural oluşturmayı çok seviyor. Zaten bilim de bu şekilde çalışıyor
ama bu şekilde bir genelleme yapmadan önce çok dikkatli olmak lazım. Yani pek çok
kere, pek çok değişik şartlar altında gözlem yaparak ancak bu şekilde bir kural,
bir genelleme oluşturabiliriz.. Anladın?
Mesela bi örnek: Su yüz derecede kaynar.
Evet.. Yirmi defa kaynattım suyu. Hepsinde de yüz derecede kaynadı. Demek ki
kural bu. Su yüz derecede kaynıyor. Al sana bilimsel bi kural. Ama çık şu tepeye.
Bak bakalım su yüz derecede mi kaynıyor? Düşüyor yetmişe..
Ha bu durumda noluyor? Confirmation bias
dedikleri olay devreye giriyor. Yani onaylama yanlılığı. Ya da tam tersi algıda
seçicilik.. Yani senin hipotezine uyan verileri görüyosun, alıyosun, savunuyosun..
Ama senin hipotezine uymayan bilgileri ya görmezden geliyorsun, ya da çarpıtıyorsun..
Mesela yukardaki örnekte sen suyun yüz
derecede kaynadığına kesin olarak inanmışsın. Noluyo bu durumda? Suyun yükseğe çıkınca
yetmiş derecede kaynadığına inanmıyorsun. Yalan söylüyor diyosun. Senin
termometren bozuktur diyosun. Yanlış görmüşsündür diyosun falan. Ya da tümüyle
kulağını tıkıyosun...
İşte bundan kaçmak için ortaya attığımız bir
kuralı defalarca ve farklı ortamlarda ve farklı şartlarda test etmemiz gerekir diyor
Bacon... Kabile putunu ancak bu şekilde devirebiliriz...
İşte bak bu yüzden Kopernik gezegenlerin daire
şeklinde döndüğünü söylemişti. Gezegenlerin daire şeklinde döndüğünü söyleyen
elde hiçbir veri yok halbuki. Ama insan zihni ne diyor? Daire en mükemmel şekildir,
tabiatta mükemmeldir, o zaman gezegenlerin daire şeklinde dönmesi gerekiyor.
Yani önce zihnimiz buna inanıyor. Çünkü düzen ve mükemmellik arıyoruz. Sonra bu
inancımızı doğrulayacak veriler arıyoruz, inancımızla çelişen verileri de görmezden
geliyoruz.
Aynısı mesela Bohr’un atom modelinde de var.
Elektronlar çekirdeğin etrafında daire şeklinde döner. Ya da mesela Newton
kanunları. Bu kanunlara göre kainatta milimetrik çapta kusursuz matematiksel
olarak tıkır tıkır saat gibi işleyen bir sistem var. Ve zihnimiz buna kolaylıkla
inanıyor. Ama sonra atom altı dünyasi keşfedilince bi bakıyolar ki hiç de öyle
düzen falan yok..
Yani kısaca arkadaşlar, doğa bizim zihnimizde
yarattığımız o ideal dünyaya uymak zorunda değil. Bu sadece doğa için geçerli
değil tabiki. Yani hayatta tecrübelerle görüyoruz ki, bilim dünyası, hukuk,
siyaset, ekonomi, insan ilişkileri.. Bizim kafamızda kurduğumuz o idealden
fersah fersah uzak. Platon’un idealarini hatırladınız mı? İdeal sadece bizim
zihnimizde anlicanız...
Evrim teorisine karşı çıkışında sebebi aynıdır.
İnsan en mükemmel canlıdır. Eşrefi mahlukat. Soyu sopu bellidir. Kainatın merkezidir.
Tanrı’nın gözbebeğidir. Ama evrim ne diyor? İnsan dünyadaki binlerce canlı türünden
bi tanesi sadece. Zaman içinde başka bir canlıdan evrimleşerek gelmiştir, hatta
şempanzeler bizim kuzenimizdir, çünkü aynı atadan türedik. Tamamen bir kaos içinde
ve tesadüfler sonucu evrimleştik ve bugünkü halimizi aldık. Halbuki dini
metinler sayesinde biz zihnimizde bi düzen kurmuşuz. İlk insan Ademle Havva ve
bütün insanlık ondan türedi. Şimdi hangisini kabul etmek daha kolay?
Lafı uzatmak istemiyorum ama, dünyanın kainatın
merkezinde olduğu inancı da aslında bu düzen takıntısından gelir. Dünya kainatın
merkezidir ve her şey onun etrafında döner. Yani insan zihni bu şekilde düşünmeye
meyillidir. Çünkü birincisi basittir, ikincisi de sana bi düzen vaadeder. Ama
sen kalkıp diyosun ki gökyüzünde trilyonlarca yıldız var, bu yıldızların etrafında
aynı dünya gibi dönen katrilyonlarca gezegen var, dünyada bunlardan bi tanesi
sadece. Yani altı üstü büyük bi kaya parçası.. La havle.. Bildiğim tüm doğrular
yalan olsa diye bi şarkı vardı hatırlar mısınız? Eylem söylüyordu sanırım...
Kısaca arkadaşlar, insan zihni mükemmellik
arayıp bunu genelleştirmeye meyillidir. İşte bu kabile putudur ve putu devirmek
için zihni tamamen sıfırlayıp, resetleyip hiçbir şey bilmeyen birisi gibi gözlem
yapmaya başlıyoruz... Bu birinci put..
İkinci putumuz mağara putu... Nedir mağara
putu? Platon’un mağarasından esinlenme aslında. Yani senin geçmişte yaşadığın
kişisel tecrübelerden, acılardan, aldığın eğitimden, hayat tecrübenden dolayı
sende oluşan önyargılar..
Sen dünyayı bunlarla değerlendirdiğin için, dünyaya
bu gözlükten baktığın için, bunlar senin gerçeği görmeni engeller. Yani mağarandan
çıkman lazım. Bunun için de bu önyargıları bi tarafa bırakman lazim.
Devirmesi en zor puttur emin olun. Bizim düşüncelerimizin
çoğunu bizim hayat tecrübelerimiz belirler. Atıyorum mesela, A milletinden on tane
kötü görmüşündür, beyin hemen kodlar. A milleti kötüdür. O milletin içindeki
iyi insanları görmezsin, görmezden gelirsin, ya da görsen bile bi şekilde bunu çarpıtırsın..
Ya da mesela, senin inandığın felsefeden, ya
da inancından dolayı bazı bilgiler sende sabittir. Onların yanlış olabileceğini
asla düşünmezsin.
Bak mesela Ortaçağda insanların çoğunluğu,
Hristiyanlık inancından dolayı dünyanın sabit olduğuna inanıyordu. Öyle değil
mi? Ve bu konuyla ilgili yaptıkları gözlemler araştırmalar da gerçeği bulmak için
değil de bu inancı doğrulamak içindi. O yüzden kendi inançlarına uyan verileri
alıyorlardı, uymayanları da görmezden geliyorlardı. Onaylama yanlılığı denilen
olay. Yukardaki kabile putunda olduğu gibi.
Tabi sadece dünyanın dönmesi değil, mesela başka
bir inanç neydi? Aristo’dan dolayı tabiki. Gökyüzü ayın üstü ve ayın altı diye
ikiye ayrılır. Ayın üstü mükemmeldir, kusursuzdur, asla değişmez. Galile bunu
teleskobuyla çürütmesine rağmen kimseyi inandıramadı. Teleskop yanlış gösteriyor
dediler. Gözü yanıltıyor dediler. Algılarla oynuyor dediler. Dediler de
dediler.. Al sana mağara putu..
Yani kısaca, inandığımız doğrularla uyuşan verileri
görmek, onlara uymayanları gözardı etmek..
Bak bu hayatın her alanında var. Mesela fanatik
Fenerbahçelisin. Bi kere inanmışsın en büyük takım Fenerbahçe diye. Fenerbahçe’nin
Manchester’i yendiği maçı sabah akşam anlatırsın, açar açar izlersin. Ama
Pendik’e yenildiği maçı unutursun, görmezden gelirsin, hatırlamazsın. Ya da
yenildi ama şundan şundan dolayı dersin...
Aynısı siyasette de geçerli. İnandığın liderin
hiçbir eksiğini görmezsin. Senin için o kusursuzdur. Ya da sevdiğimiz insanların
kusurlarını gözardı ederiz, görmeyiz.. Anladın? İşte bunların hepsi mağara
putu..
Einstein gibi bir dahi bile kendini bu mağara
putundan kurtaramamış. Kuantum dünyası keşfedildiği zaman bunu kabullenememiş.
Tanrı zar atmaz demiş. Tabi cevap olarak da demişler ki: Tanrı’ya ne yapacağını
sen mi söyleyeceksin?
Her neyse arkadaşlar.. İşte bilimsel gözlem
yaparken, tabi sadece bilimsel gözlemde değil, hayatın her alanında bir yargıya
varmadan önce bütün önyargılarımızı sıfırlayıp gerçeği aramaya çıkmamız lazım.
Tabi gerçeğin peşindeyseniz. Yok ben inanıyorum ve inancımı destekleyecek delil
arıyorum diyorsanız zaten bilimle pek işiniz yok demektir...
Mağara putu bu kadar. Üçüncü putumuz çarşı
putu.. Kelimeler... Sözcükler.. Hamlet diyor ya hani: Words... Words.. Words...
Şimdi nedir bu kelime putu? Kelimelerin yanlış
kullanımından dolayı ortaya çıkan sıkıntılar.. Yani aynı kelimeyi ben başka bir
anlamda söylerim.. Karşımdaki kişi onu daha başka anlamda kullanır..
Bu özellikle soyut kelimeler için çok yapılır.
Mesela barış, adalet, özgürlük, eşitlik gibi kelimeler herkes için farklı anlam
ifade edebilir. Özellikle bağlı olduğun siyasi görüşe göre. Ya da felsefi görüşe
göre..
Ha şimdi aynı kelimeyi kullanıyoruz diye
ikimiz de aynı görüşteyiz anlamına gelmez. Öyle değil mi? Özellikle Türkiye’de
bu barış kelimesi son yirmi yılda o kadar sulandırıldı ki... Anlatmama gerek var
mı? Biliyosunuz herhalde..
Ya da medeniyet kelimesi.. Akif diyor ya:
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar diye.. Sömürgeciler gittikleri
yerlere medeniyet götürdüklerini iddia ederlerdi. Yani biz orayı sömürmeye, halkına
zulmetmeye gitmiyoruz, oraya medeniyet götürüyoruz derlerdi. Eğer Kurtuluş Savaşı’nı
vermemiş olsaydık aynı medeniyetten Türkiye’ye de getireceklerdi.
Bakın Belçika, sömürdüğü Kongo’da zulüm koymadı
yaptı. İşkenceler, katliamlar, insanların, hatta çocukların ellerini ayaklarını
kesmeler... Ama gidin bugün Brüksel’deki Kongo müzesine.. Orda hala Belçika
Kongo’ya medeniyet götürdü yazar.. Civilisation.. Sivilizasyon yani..
Şimdilerde ise demokrasi götürüyorlar...
Her neyse laf lafı açıyor.. Bu kelimelerin
anlamlarıyla ilgili en büyük sıkıntılar eski dini ve felsefi metinleri
yorumlarken ortaya çıkıyor genelde.. Sen mesela iki bin sene önce yazılmış bi kitabı
okuyosun. Bir kelime görüyorsun.. O kelimenin iki bin sene önceki anlamıyla, şimdiki
anlamı çok farklı olabilir mi? Evet olabilir.. Ve sık sık da olan bi şey. Ama
sen tutup o kelimeyi şimdiki bilginle yorumladığın zaman ortaya inanılmaz yanlış
anlamalar çıkıyor..
Bak mesela sevişmek diye bi kelime var değil
mi? Şurda elli altmış sene öncesine kadar bu kelime birbirini sevmek anlamında
kullanılırdı. İki arkadaş mesela birbirleri için biz çok sevişiyoruz diyebilirlerdi.
İki kardeş dahi birbirlerine bunu söyleyebilirlerdi. Ama şimdi bu kelimenin ne
anlama geldiği herkesin malumu..
Ha işte.. Onu diyorum. Yüz sene öncesinde yazılmış
bi kitapta bu ifadeyi görüp de bunlar eşcinsel diye ortaya çıkanın ağzına kürekle
vurasım geliyor. Bak şimdi ortalıkta dolaşan bi kaç soytarı var. Mevlana ile Şems’e
bu türden bir iftira atıyorlar. Mevlana’nın Şems’e yazdığı sevgi ve özlem dolu
mektuplardan dolayı. Şimdi ben bunlara diyorum ki, be gerzek, be akılsız soytarı.
O dönemde sevgi bu şekilde ifade ediliyordu. Mevlana’nın aşk deyince kastettiği
ile, senin şimdi aşk denilince anladığın birbirinden çok çok çok farklı iki
olay. Mevlana’nın aşk kelimesinden kastettiği birisine duyulan şiddetli sevgi. Bu
anlamda bi anne de çocuğuna aşk duyabilir. Anladın mı olayı? Ama tabi eşcinsel
lobisi çok güçlü. Onlara yaranmamız lazım...
Neyse.. İşte arkadaşlar.. Kelimelerin anlamlarını
çok iyi tartmamız, ölçmemiz, biçmemiz lazım. Yoksa ortaya çok büyük yanlış
anlamalar çıkabilir. Bunun başka bir örneği de diğer dillerden bizim dilimize
geçmiş kelimeler ki, çoğu anlam kaymasına uğrar ve asıl anlamından sapar.
Mesela şarap kelimesi. Arapçadan geçmiştir. Şerebe Arapça’da içmek demektir. Şarap
da içecek demektir. Yani bi Arap’a şarap dediğin zaman o içecek kelimesini
anlar. Onun için su da şaraptır, kahve de, çay da, viski de, rakı da.. İçecek
yani. Bizim bildiğimiz şaraba ise onlar “hamr” der.. Şerbet, şurup, meşrubat kelimeleri
de aynı kökten gelir..
Aynısı mesela mektep kelimesinde de vardır. Mektep
Arapçada masa demekken, bizde okul olmuş. Ya da tez kelimesi Grekçe’de öne sürülen
iddia anlamına gelir ama bizde işte üniversitedeki bitirme çalışması olmuş..
Yani özellikle bu dillerde konuşan birisiyle
iletişim kurunca bunlara dikkat etmek lazım. O adam aynı kelimeyi çok farklı
bir anlamda kullanabilir. Anladın?
Hatta bununla ilgili komik bi anım var. Fransızca
mason kelimesi duvar ustası anlamına gelir. Türkiye’den Belçika’ya yeni gelmiş
yarım yamalak Fransızca konuşan bi vatandaşımız bi Belçikalıya ne iş yapıyorsun
diye sormuştu. Adam ben masonum deyince bizimkisi kısa süreli bi şok yaşamıştı...
Bu arada bizdeki mason kelimesinin aslı da duvar ustası anlamına gelir. Tapınak
şovalyeleri var ya hani. Bunlar sürekli olarak tapınak inşa ettikleri için, kendilerine
biz duvar ustasıyız, inşaatçiyiz, yani masonuz demişlerdir.. Onların ismi ordan
kalmadır.. İngilizcede de duvar ustası aynı şekilde mason kelimesiyle ifade
edilir.. Hatta Masonlar Tanrı için kainatın mimarı derler..
Neyse.. Konuyu dağıtmayalım. Şimdi arkadaşlar
bu kelime saptırmalar cidden çok yaşanıyor. Özellikle popüler kültürde. Mesela
enerji kelimesi.. Falanca adam pozitif enerji veriyor, aurası yüksek.. Bilmem
ne.. Ya da dişil enerjisi var, eril enerjisi var.. Bilmem ne.. Tabi bunların
bilimsel bi geçerliliği var mı? Tabiki yok. Enerji bilimsel kelimedir ve iş yapabilme kapasitesi anlamına gelir..
Anladın? Ha iş kelimesi de bu arada fizikte senin günlük hayatta kullandığın iş
kelimesinden çok farklıdır.. Anladın? Yani bi cisme kuvvet uygulayıp yer değiştirme..
Yine mesela “doğal” kelimesi de bu şekilde ciddi anlamda sulandırılmış bir
kelimedir.
Her neyse.. Bacon bu kelime olayına çarşı putu
demiş. Hani insanlar çarşılarda, pazarlarda sürekli konuşurlar, dedikodu
yaparlar, fikir alışverişinde bulunurlar ya. O anlamda. Kelime dediğimiz olay
gerçekten güçlüdür arkadaşlar. Bizdeki oluşan hissiyatların yüzde doksanı
kelimeler sayesinde oluşur. Yani duyarak. Mesela bi adama salaksın dersen üzülür.
Çok zekisin dersen sevinir. Romantik kelimeler kullanırsın kendine aşık
edersin. Gaza getirici kelimeler kullanıp coşturursun. Yani söz söyleme sanatını
bilen kişi insanları istediği gibi manipüle edebilir.. Anlıyosun? O yüzden edebiyat,
retorik, hitabet olayları çok önemlidir. Siyasetçiler falan giderler bunun özel
dersini alırlar.. Yani kelime dediğimiz olay ciddi anlamda bir silahtır..
Yunus Emre demiş ya hani.. Söz ola kese savaşı,
söz ola götüre başı, söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ide bir söz..
Bu çarşı putu olayının bir başka şekli de
mecaz kullanımda yaşanıyor. Mesela eskilerin bi sözü var. Dünya öküzle balığın başı
üzerindedir diye. Burda kastedilen aslında çok açık. Öküz tarımın sembolüdür,
balık da avcılığın ve insanların çoğunluğu geçimini bundan sağlar. Ha şimdi bin
sene sonra bunu okuyup da ne kadar cahillermiş dersen asıl sen cahilliğini
ortaya koyarsın. Yani ben şimdi desem ki dünyayı petrol dönderiyor, ne demek
istediğimi anlarsınız. Ama yüz sene sonra biri çıkıp da cahile bak, dünyayı yerçekimi
kuvveti dönderiyor diyebilir
Her neyse arkadaşlar.. Herhalde bu konu anlaşıldı..
Özetle çarşı putu nedir? Kelimelerin içeriğini doğru bir şekilde anlayabilmek.
Yani bu kelimeyi karşımdaki kişi kullandığı zaman hangi anlamda kullanıyor?
Benim anladığım anlamda mı? Yoksa benim anladığımdan çok farklı bir anlamda mı?
Buna dikkat etmezsek eğer ortaya yanlış anlamalar çıkar. Bu yanlış anlamalardan
da ortaya çeşitli sıkıntılar çıkabilir...
Gelelim Bacon’un dördüncü ve son putuna...
Tiyatro putu... Bu da sorgulanamayan, dokunulmaz kabul edilen, her dediği doğrudur
denilen sistemler, yapılar. Din olabilir, felsefi sistem olabilir, siyasi bi akım
olabilir, kült bir lider olabilir..
Ortaçağda mesela Skolastik düşünce ve Aristo
dokunulmazdı. Her dedikleri doğru kabul edilirdi. Ya da mesela Marksist ülkelerin
çoğunda Marksizmin ilkeleri tartışılmazdı. Hatta Çin’de bi süre Einstein’ın görelilik
kuramının Marksizm’e aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandığını hiç duymuş muydunuz?
Hatta bilimin kendisi dahi bi tiyatro putu
olabilir. Bilim böyle söylüyor o zaman doğrudur. Ya da falanca bilim adamı böyle
söylüyor o zaman doğrudur gibisinden...
Kısaca arkadaşlar, işte gerçeğe ulaşmak
istiyorsanız eğer, hiçbir şeyi sorgulamadan, deneye tabi tutmadan, test etmeden
gerçek olarak kabul etmeyeceksiniz.. Bacon tabiki bunu bilimsel alanda söyledi
ama, aslında bu ilkeler hayatın her alanında geçerli. Putları yıkabilmek.. Ama
dikkat.. Yıktığınız putların yerine yenilerini koymayın..
Bilgi güçtür demiş Bacon aynı zamanda. Yani
elde ettiğin bilgi, işine yaramıyorsa, mesela teknolojiye dönüşmüyorsa, hayatını
kolaylaştırmıyorsa, ya da senin zihniyetini değiştirmiyorsa, ya da mesela topluma
bir fayda sağlamıyorsa, o gereksiz bir ezber bilgi yığınıdır.. Anladın? Elde
ettiğim bilgi bana pratik hayatta nasıl bir fayda sağlar? Bu konuya odaklanmak
gerek.. Ortaçağda mesela Skolastik düşüncenin ilkeleri, Aristo’nun felsefesi tartışılır,
konuşulur, ezberlenirdi ama öylece kalırdı...
Her neyse arkadaşlar... Yazımızı Asaf Halet Çelebi’nin
güzel bir şiiriyle bitirelim:
İbrahim,
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine yenilerini koyan kim?
İbrahim...
Gönlümü put sanıp da kıran kim?
Yine sohbet havasından müthiş bir yazısıyla hasbihal ettik. “Dört put” öğretisi (kabile, mağara, çarşı, tiyatro) örneklerle ve günlük hayattan benzetmelerle açıklanmış. Okuyucuya felsefenin soyut değil, hayatla ilgili olduğu duygusunu veriyor.🤝
YanıtlaSilMizahi ve halk dili eğlenceli olsa da, yer yer ciddiyeti kırıyor (“lan tamam dönmüyor amk” gibi ifadeler). Bu, felsefi derinliği gölgeliyor.
Som olarak “Onaylama yanlılığı”, “önyargılar”, “kelimelerin anlam kayması” gibi noktalarda aynı fikir farklı örneklerle tekrar tekrar anlatılmış, bu da ritmi yavaşlatıyor.
Yunus Emre’den alıntı ve Asaf Halet Çelebi’nin şiiriyle bitirilmesi metne edebî bir derinlik katmış.
İlgiyle bekliyorum, tebrik ederim