REFORM
Evet arkadaşlar… Geldik Reform’a.. İnsanlık
tarihinin en önemli olaylarından, dönüm noktalarından bi tanesi..
Şimdi, her zaman olduğu gibi yine o günkü
şartlardan biraz bahsedelim. Biliyosunuz, Rönesans dönemindeyiz. 1500lü yıllar
yani. Kilisenin gücü azalmış ama, yine hala güçlü. Millete kök
söktürüyor yani..
O dönemde kilisede, daha doğrusu Katolik
kilisesinde dünyada eşi benzeri
görülmemiş bir uygulama var. Papazlara günahları affetme yetkisi verilmiş. Yani
günah işleyen adam, ya da kadın, gidiyor papaza, günahlarını itiraf ediyor.
Papaz da affedildin evladım hadi git diyor..
E sen de eşşek değilsin ya, çıkarken bi kaç
kuruş yardım bırak oraya.. O kadar günahını affettik..
İş bi müddet sonra iyice tavsadı. Yani
milletin düşüncesi şöyle oldu: Yaw işle işte günah. Nolacak. Hırsızlık yap,
zina et.. Her haltı ye. Ayda bi sefer de papazın yanına uğra. Temizlen gel…
Hani pis bi iş yaparsın üstün basın kirlenir de duş alırsın ya. Aynen öyle..
Ha papaz tabi bu iş karşılığında normalde para
almaması lazım ama, yani bedava yapması lazım. Ama papaza gider gider de para
bırakmazsan nolur? Papazın suratı asılır, sana ters davranmaya başlar, gene mi
sen geldin lan der, bekle şurda az işim var der, bugün meşgulüm yarın gel der
falan..
E adamın dükkanını boş yere işgal ediyorsun
yani haklı. Bırak başka paralı adamlar gelsin..
Yani papazlar artık bildiğin esnafa dönmüştü..
Ha şimdi buna itiraz edenler olmadı mı? Oldu
elbette.. Mesela Jan Hus, bu iş böyle olmaz dedi, 1415 yılında diri diri
yakıldı. Bir başkasını mezarından çıkarıp kemiklerini yaktılar. Diğerini önce
astılar sonra cesedini meydanda yaktılar..
Bunlarda da böyle yakma hastalığı var
anlamadım ne..
Yani tehlikeli işler anlicanız. O yüzden
Reform’u başlatan Luther’in aslında nasıl bir işe kalkıştığını, nasıl büyük bir
cesaret gösterdiğini anlayın diye söylüyorum..
Ama Luther’den önce Erasmus var ki.. Onu
anlatmadan Reform’u anlatmam imkansız. Şu öğrenci değişim programı var ya hani.
İşte o Erasmus… Adını ondan almış..
Şimdi Erasmus Hollandalı bir keşiş ve o da
kilisedeki bu yozlaşmadan şikayetçi. Papazların esnaf gibi af satması, Papa’nın
ve de kardinallerin olağanüstü lüks yaşantısı, Erasmus’u rahatsız ediyor ve
bazı önerilerde bulunuyor. Büyük reform değil. Ufak tefek şeyler. Şunu şöyle
düzeltsek mi acaba, böyle yapsak nasıl olur acaba diye ağırdan ağırdan
yokluyor. Kolay değil yani. İşin ucunda diri diri yakılmak var..
Bu bile çok büyük tepkiyle karşılanıyor kilise
tarafından. Yani o kadar hoşgörüsüz ki kilise. Zaten kilise o dönemde Tanrı
adına konuştuğunu iddia ediyor. Yani bunlar bizim sözümüz değil, Tanrı’nın
sözü. Tanrı bize bildiriyor, biz söylüyoruz. Ve insanlar da buna inanıyor..
Şimdi, o dönemde, halen gerçi öyle, kilisenin
kullandığı resmi kitap, İncil yani, sadece İncil değil Tevrat da aynı, Latince.
Eski Ahit ve Yeni Ahit yani. 400lü yıllarda aziz Jerome tarafından yapılmış bir
tercüme. İsmi de Vulgate.. Kilise kutsal kitap olarak sadece bunu kabul ediyor,
bütün işlerini bu kitaba göre yapıyor, kararlarını bu kitaba göre alıyor ve
bütün kiliselerde ayinlerde bu kitaptan okunuyor..
Tabiki halk hiçbir şey anlamıyor. Ne kitabı
okuyabiliyor, ne de ayinlerden tek kelime anlıyor. Latince zaten ölü bi dil.
Yani kimsenin konuşmadığı bi dil.
Peki bu kitapların aslı hangi dilde? Tevrat,
yani Eski Ahit İbranice, İncil ise Yunanca..
İşin absürt tarafı da işte burda başlıyor. O
dönemde din adamlarına ne İbranice ne de Yunanca öğretiliyor. İkisi de düşman.
Biri zaten ezeli düşman Yahudilerin dili, diğeri de Ortodoks kilisesinin dili.
Çok az, bi kaç tane din adamı kendi çabalarıyla bu dilleri öğrenirse
öğreniyor..
Yani absürtlüğü düşünebiliyor musun? Adam koca
kardinal olmuş, hatta Papa olmuş, ama kutsal kitabını aslından okuyamıyor. Yani Arapça bilmeyen
bir İslam alimi düşünebiliyor musunuz?
Hatta daha da vahimi, çoğu papaz, İncil’in
aslının Yunanca olduğunu bilmiyor dahi. İncili Latin dilinde yazılmış bir kitap
zannediyor..
Ha şimdi, işte Erasmus’un rolü burda başlıyor.
Dediğim gibi o dönemde Yunanca bilen din adamının sayısı az. Bi kaç tane. Ve
bunlardan bi tanesi de Erasmus.
Erasmus kendi çabalarıyla Yunanca’yı
öğreniyor. Çünkü o dönem Rönesans dönemi. Ve de Antik Yunan metinlerine birden
bire yükselen bir ilgi var. O zamanın modası yani.Erasmus da diğer din
adamlarının aksine Hümanizm’i savunuyor. Tıpkı Thomas More gibi. Diğer
kardinaller Papa falan da Hümanizm’e şiddetle karşı çıkıyor. Çünkü Hümanizm
beraberinde, özellikle İtalya’da daha fazla serbestlik getirdi. Dindarlığı
azalttı, sanatı bilimi yükseltti. Kadınlar daha serbest oldu. İnsanlar ibadeti
bırakıp eğlenceye, gezmeye tozmaya düştü...
Ha Erasmus da diyor ki, Hümanizmle Hristiyanlık
bağdaşır. Yani dini bir nevi o dönemin modern görüşü Hümanizmle uyumlu hale
gelecek şekilde yorumlamaya çalışıyor. Bizdeki modern İslam düşünürleri var ya.
Yaşar Nuri falan. Aynı onlar gibi..
Ve Erasmus, büyük bi iş yaparak, İncil’i
aslından okumaya karar veriyor. Bi bakayım diyor ne yazıyor orda. Kilisenin
bodrumuna iniyor, ordaki arşivden asırlardır dokunulmamış, üstü toz bağlamış
olan İncil’in Yunanca el yazmalarını bulup çıkarıyor.. Başlıyor okumaya..
Ve bi müddet okuduktan sonra ilk şokunu
yaşıyor.. Ellerindeki Vulgate’nin bi ayetinde Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan
bahsederken, elindeki orjinal İncil’de böyle bir ifade yok..
Şaşırıyor tabi. Şok geçiriyor. Yanlış mı
gördüm acaba diyor. Bi daha okuyor, bi daha okuyor... Sonra gidip diğer el
yazmalarına bakıyor. Hiçbirinde bu ifade yok.. Yok yok yok...
Yani Vulgate’yi çevirirken onu çeviren kişi
bunu kendi kafasına göre oraya eklemiş..
Üstelik de teslis inancı gibi temel bi inanç..
Bakın bugünkü modern İncil çevirilerinin
hiçbirinde o ayette o ifade yer almaz. Zaten İncil’de teslis inancına dair açık
seçik hiçbir ifade yoktur. Çeşitli ayetlerden çeşitli yorumlarla bu ifadeyi
bulup çıkarırlar..
Bunu tabiki diğer kardinallere Papa’ya falan
söylüyor. Karıştırma kardeşim diyorlar. Biz asırlardır böyle inanıyoz, ne gerek
var şimdi milletin kafasını karıştırmaya.. İşine bak diyorlar..
Her neyse.. Bizim Erasmus İncil’i aslından
okumaya devam ediyor ve bakıyor ki, daha ne yanlışlar var.. Hem de öyle ufak
tefek yanlışlar değil. Katolik inancını, kilisenin gücünü, meşruiyetini
kökünden sarsacak, yerle bir edecek yanlışlar. Yani adamlar İncil’i bildiğin
işlerine nasıl gelirse o şekilde, kafalarına göre Latince’ye çevirmişler...
Bak mesela bir iki örnek vereyim. Vulgate
çevirisi diyor ki bi ayette: Tevbe edin.. İncilin aslında yazansa:
Zihniyetinizi değiştirin..
Şimdi aradaki farkı anlayabiliyor
musunuz? Birincide mentalite ne? Günahı
işle, papaza git, günah çıkar, yani tevbe et. Hop.. Günahın bağışlandı..
İkincisi ne? Adam ol kardeşim adam ol. Günahı
işle, papaza git, tövbe et, günahım affoldu. Oh ne güzel İstanbul. Yok böyle bi
şey. Zihniyetin, yaşam tarzın değişmedikçe senin affedilmene imkan yok..
Mesela başka bi ayet. Hz Meryem hakkında.
Vulgate’de yazan: Selam sana Meryem. Lütufla dolusun. İncil’de yazan ne? Selam
sana lütuf bulmuş olan..
Ha bak ikisinin arasındaki farkı görebiliyo
musunuz? Yani teşbihte hata olmaz ama, mesela Sabancı için diyebiliriz ki,
Selam sana parayla dolmuş olan.. Ama mesela benim gibi bi fakir üç beş kuruş
ikramiye aldığı zaman da bana dersin ki: Selam sana para bulmuş olan... Yani
Sabancı kendi parasından dağıtabilir, o kadar parası var, o zaman Sabancı’dan
para isteyebillirsin, ama benden isteyemezsin. Ben sana en fazla bi çay kahve
ısmarlarım. Hadi bi de tavuk dürüm ısmarlayım bu kadar..
Ha şimdi Vulgate çevirisini esas alırsan
noluyor.. Meryem de aynı bu şekilde lütuf dağıtacak bir insan haline geliyor ve
otomatikmen Meryem de ilahi bir figür oluyor. Yani tıpkı Tanrı’ya yalvardıkları
gibi, İsa Mesih’e yalvardıkları gibi Meryem’e de yalvarmaya başlıyorlar.
Meryem’in işte resimlerini heykellerini yapıyorlar, ona dualar ediyorlar, ondan
işte yardım, derde deva falan istiyorlar.. Yani Meryem de bir ilah, bir put
haline geliyor... Tıpkı İsa Mesih gibi..
Kuran’da bununla ilgili ilginç bir ayet de
vardır. Allah kıyamet günü Hz İsa’ya soruyor; Ey İsa.. Beni ve annemi Allah’la
beraber iki ayrı ilah edinin diye onlara sen mi söyledin?
Gerçekten de ne İncil’de böyle bir olay
vardır, ne de İsa’nın havarilerinden böyle bir rivayet vardır.
İşte Erasmus o dönemde yeni bir İncil çevirisi
yayınlıyor. Latince tabi. Ama içindeki pek çok düzeltmeyle beraber.. Üstelik de
kitabın sol sayfasında Yunanca orjinal metin, sağ sayfasında da Latince tercüme
vardı..
Tabiki kilisenin pek hoşuna gitmedi. Ama
Erasmus’u aforoz da etmediler. Kitapları bazı bölgelerde yasaklandı ama ciddi
bir yaptırım görmedi. Teslisle ilgili o eklenen ifadeyi de tercümesine
almamıştı ama daha sonra yapılan siyasi baskılar sonucu onu da eklemek zorunda
kaldı..
Sonuçta Erasmus kilisede bazı değişiklikler
yapılmasını savunuyordu sadece. Kilisede ciddi ciddi bir devrimden ya da
kiliseden kopmaktan bahsetmiyordu..
Erasmus 1536da İsviçre’nin Basel şehrinde 69
yasında hayata gözlerini yumdu..
Erasmus’un kendisi öyle köklü bir reform
hareketi başlatamadı ama, daha sonra sahneye büyük reformcu Matin Luther çıktı
ve de kiliseye kafa tuttu. Kiliseye kafa tutarken de işte Erasmus’un yaptığı bu
yeni çeviriyi temel aldı.
Yani Luther Reformun entelektüel kısmını
Erasmus’un çevirisine dayandırdı..
Yani Erasmus kazmayı vurdu.. Luther duvarı
yıktı...
O zaman şimdi gelelim büyük reformcu
Luther’e...
Şimdi Luther 1483 yılında Almanya’nın Eisleben
diye bi kasabasında dünyaya geliyor. Babası maden işçiliğinden maden
işletmeciliğine yükselmiş akıllı bi adam. Gözü de yükseklerde ve daha da
yükselmek istiyor ve de bu yüzden oğlunun bir hukukçu olmasını istiyor..
Niye peki? Çünkü o dönemde yükselen bir trend
var. Artık bütün devletler ciddi anlamda kanunlar yerleştirmeye başlamış. Yani
ülke rastgele yönetilmesin. Kanunlar koyalım. Böylece bi düzene kavuşsun her
şey.. Anladın?
Kanuni de o dönemin bir padişahı ve o da
Osmanlı’ya ciddi ve kalıcı kanunlar yerleştiriyor. O yüzden Avrupalılar ona
muhteşem Süleyman derken biz Kanuni Süleyman diyoruz..
Ha işte bu yüzden o dönemde hukukçuluk çok
gözde bir meslek. Devlet bu insanları yeni kanunlar yapmaları için işe alıyor,
onlara yüksek maaşlar veriyor ve de önemli mevkilere getiriyor..
Tabi genç Luther babasını kırmıyor.. İşte ilk,
orta öğretim falan tamamlıyor. Daha sonra hukuk fakültesine başlıyor. Baba tabi
memnun.. Keyfi yerinde.. Oğlum hukukçu olacak, devlete girecek.. Ben de onun
sayesinde teşvikler, ruhsatlar falan alacam ve maden kralı olacam...
Fakülte biraz uzakta.. Erfürt şehrinde.
Luther’in ailesinin yaşadığı şehirle arada 100 km falan var. Ve Luther arada
bir ailesini ziyarete geliyor ve tabi o yolu yürüyerek, iki üç günde alıyor.
Yol üstünde de manastırlarda, kiliselerde falan bedavaya konaklıyor..
İşte bi kaç ay sonra yine evinden üniversiteye
giderken, bi gece vakti, ormanlık, kimsenin olmadığı ıssız bir yol. Zaten
ormanlar gece vakti çok korkunç oluyor. Vahşi hayvanlar falan.. Birden bire bir
fırtına patlıyor..
Ama nasıl fırtına.. Gökten bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyor... Şiddetli gök gürlemeleri. Peşpeşe çakan
yıldırımlarla ortalık gündüze dönüyor..
Luther de insan tabi. Haliyle korkuyor. Paniğe
kapılıyor. Ormanın ortasında tek başına.. Ve tam o anda bi tane yıldırım bir
metre ötesine düşüyor.. Anında alev alıyor orası..
Luther geriye doğru sıçrıyor, yere düşüyor ve
o anda yere kapaklanıyor. Korku ve panik içinde kurtar beni Azize Anna. Kurtar
beni Azize Anna diye bağırmaya başlıyor. Kurtar beni Azize Anna. Beni
kurtarırsan sana yemin ediyorum ki rahip olacam..
Azize Anna Hz Meryem’in annesi olarak
biliniyor ve de madencilerin koruyucu azizesi olduğuna inanılıyor. Luther’in
ailesi de bi madenci sonuçta. Ve onların da evinde bol bol Azize Anna’ya dua
ediliyor. Onun da o panik anında ilk olarak aklına o geliyor..
Her neyse panik içinde dua ederken birden bire
yağmur duruyor, gök gürlemesi ve şimşekler sona eriyor.
Ve Luther bunu bir işaret olarak kabul ediyor.
Tanrı benim rahip olmamı istiyor. Hukukçu değil..
Ve o an inanıyor işte: Ben sıradan biri
değilim. Ben seçilmiş bir insanım...
Kendini gerçekleştiren kehanet.. Duydunuz mu
hiç?
Ve Luther bi kaç gün sonra hukuk fakültesinden
ayrılıyor, aynı şehirde Augustinüsçü bir Katolik Hristiyan manastırına
giriyor.. Yaş: 21...
Babası tabi çıldırıyor. Ruh hastası zaten
belli. Bütün ümidi, hayalleri, gelecek planları suya düşüyor. Oğluna kızıyor,
düşman oluyor, ona kin gütmeye başlıyor. Allahtanki Luther evden uzakta yatılı
kalıyor. Yoksa babası evde ona zulüm koymaz yapardı emin olun..
Her neyse.. Luther o manastırda bi kaç yıl
ciddi bir eğitim alıyor ve daha sonra rahip oluyor ve bir sene sonra da
Wittenberg üniversitesine profesör olarak atanıyor. Aynı zamanda da Wittenberg
kilisesinde önce papazlık sonra da vaizlik yapmaya başlıyor..
Yani manastırın eğitim derecesi oldukça
yüksekmiş anladığım kadarıyla..
Ancak Luther, çoğu katolik papazında olduğu
gibi bunalımlar geçirmeye başlıyor. Niye peki? Çünkü Katolik kilisesindeki bu sakramentler
var ya, ayinler ibadetler falan yani. İşte papazlar bu ayinleri yönetiyor. Ama
her şey, bütün sakramentler inanılmaz detaylı ve en ince ayrıntısına kadar
belirlenmiş. Efendim işte dua ederken ellerin hangi açıyla duracak,
dirseklerinin arasındaki mesafe ne olacak, kadehi hangi iki parmağınla
tutacaksın, bu parmaklar arasındaki mesafe ne olacak, vaftizde okunacak dualar,
kullanılacak suyun özelliği..
Ve de papaz bunları harfiyen yerine getirmek
zorunda. En ufak bir hatada o sakrament geçersiz oluyor. Yani şöyle diyeyim
anlayın. Bütün o cemaatin yaptığı ibadet geçersiz oluyor. Ve bu da papazın
hatası yüzünden oluyor. Yani o kadar insanın sorumluluğu üzerinde. Yani
başparmağını kadehin üzerinde koyman gereken yerden bir milim üste koysan
hoppa.. Bütün cemaatin ibadeti boşa gitti. Tabi papazınki de..
Ve tabiki de bütün o cemaat kıyamet günü gelip
bu papazın yakasına yapışacak. Senin yüzünden ibadetimiz boşa gitti diye.
İnanış böyle.
Yani öyle sert ve anlaşılmaz kurallar vardı
ki, mesela bebeği vaftiz ederken okuması gereken dua mesela. Bu dua harfi
harfine belirlenmiş. Bir tane kelimeyi değil, harfi yanlış söylesen, atlasan,
unutsan, sırasını karıştırsan, bebeğin vaftizi geçersiz. Vaftizin geçersiz
olması ne demek? O bebeğin ebediyen cehennemlik olması demek. O bebek büyüyünce
istediği kadar muhteşem bi Hristiyan olsun, gece gündüz kiliseden çıkmasın,
yine de cehennemlik. Tabi bunun sebebi de o papaz olduğu için, o da
cehennemlik..
Anlıyo musunuz şimdi o dönemki Katolik papazlarının
çilesini. Ayini yapıp eve geliyor. Vesveseye devam. Lan acaba şarap kadehini
tutarken baş parmağımı doğru yere koydum mu? Vaftiz ederken şu harfi yeterince
açık söyledim mi? Dua ederken dirseklerimin arasındaki mesafe doğru muydu?
Kamera falan yok tabi o dönem. Tekrar açıp izlesin..
İşin kötüsü etrafta yanlış yaptığı zaman
papazı uyaracak kimse de yok. Cemaatin çoğu bir şey bilmeyen cahil köylülerden
oluşuyor..
Bu tür kurallar papazlar kadar sıkı olmasa da
cemaate de var. Mesela bu ekmek şarap ayininde cemaate küçük parça ekmek
dağıtılıyor. İnanışa göre o ekmeğin özü İsa’nın bedenine dönüşüyor. Ve de
cemaate ekmeği çiğnemek yasak. Çiğnemeden yutacaksın. Çünkü Hristiyan inanışına
göre İsa Tanrı ve de sen Tanrı’yı çiğneyemezsin. Ama yutabilirsin...
İşte Luther’in aslında burda kafasına bir
şeyler dank etmeye başlıyor. Bu işte bi terslik var diyor ama, bi yandan da
korkuyor. Ya isyan edip, dini inkar edip cehennemlik olursam.. İşte bi müddet
bu şekilde debelendikten sonra, İncil’de bi ayete rastlıyor: Kişi ancak imanla
kurtulur..
Bu ayeti tabi daha önce defalarca okumuş ama,
ilk defa o derece dikkatini çekiyor. Kişiyi kurtaran imanıdır diyor, yani
ibadetlerde, ayinlerde, sakramentlerde nasıl durduğun, nasıl baktığın, parmağını
nereye koyduğun değil.. Yani Tanrı senin kalbine bakıyor, dış görünüşüne değil.
Birden bire bütün o törenler, ayinler,
protokoller artık gözüne inanılmaz saçma geliyor..
Zaten o dönemde hem İncil’in hem de kilisedeki
ayinlerin dili Latince. Yani halk tek kelime dahi anlamıyor. Kiliseye gelip bir
tören gibi ritüeli yerine getiriyor. Peki acaba bu insanlara bu törenlerin ne
gibi faydası oluyor?
Ve ilk fikri dönüşümünü yaşıyor. Katolik
kilisesi şuna inanıyordu: İnsanı kurtaracak olan, iman ve iyi işlerdir. İyi
işler dediği de ne? Yani tamam işte yoksula yardım falan da var da, asıl iyi iş
senin o kilisede katıldığın, mekanik bir robot gibi hiçbir şey anlamadan yerine
getirdiğin o ibadetler. Yoksula yardımdan bir sevap alırsan, burdan bin sevap
alırsın..
Luther diyor ki, bunlar hiçbir şey. Aslolan
imandır diyor. Sen gerçekten iman ettiysen iyi işler zaten kendiliğinden ortaya
çıkar. Ağaç güzelse meyvesi kendiliğinden ortaya çıkar. İyi iş dediğin de bu sakramentler
değil, senin insanlara, tabiata yaptığın iyilikler güzelliklerdir diyor.
İşte kilisenin diyor asıl görevi, sakrament
yapmak değil, insanları eğitmek yol göstermektir diyor. Kilise Tanrı’yla arada
bir aracı değil, bir eğitim kurumu, bir okuldur diyor. Onları Tanrı’ya
ulaştırmaz, Tanrı’ya ulaştırmak için izlemesi gereken yolu öğretir diyor..
Ve bir devrim yaparak vaazlarını Latince
değil, halkın dili olan Almanca dilinde vermeye başlıyor..
Tabi köylüler çok seviniyor buna. İlk defa
kilisedeki rahibin ne dediğini anlıyorlar. Tanrı bizimle konuşuyor artık diye
sevinçten havalara uçuyorlar..
Tabiki kilisenin pek hoşuna gitmiyor bu. Vatikan’ın
yani. Başta Luther’i fazla ciddiye almıyorlar. Heyecanlı genç bi vaiz. Yakında
soluğu kesilir diyorlar. Ama öyle olmuyor. Luther’in şöhreti gitgide yayılmaya
başlıyor. Cemaati arttıkça artıyor. Her taraftan kalabalıklar onu dinlemeye
geliyor. Zaten retorik eğitimi aldığı için daha önceden, inanılmaz bir hitabet
gücüne sahip..
Kilise bakıyor iş ciddi.. Buna bi uyarı
mektubu gönderiyor. Kendine gel, yoksa seni aforoz ederiz. Yani kafir ilan edip
kiliseden atarız diyor ki o dönemde aforoz edilmenin diri diri yakılmaya kadar
yolu var..
Luther bu mektubu cemaatinin önünde okuyor ve
de yakıyor.. Kiliseye seni de mektubunu
da sallamıyorum diyor..
Tabiki Luther’in şansı o bölgenin önde gelen
bir elektörü var. Yani böyle prens gibi bi şey. Almanya prensliklere bölünmüş
ya. Adını unuttum gerçekten bak. Oldukça güçlü bi adam yani. Luther’i
himayesine alıyor. Kimseyi dokundurtmuyor. Tabiki Vatikan’ın gücü ta oralara
yetmiyor. Yani Luther’e dokunamıyorlar..
Luther işte vaazlarında sürekli kiliseyi
eleştirmeye başlıyor. Papazların af yetkisi yoktur diyor. Affedecek olan sadece
Tanrı’dır diyor. Kilisenin halkı sömürmesini şiddetle eleştiriyor. Papa’nın ve
kardinallerin lüks ve şatafat içinde yaşamasına karşı çıkıyor. Herkes Kutsal
Kitabı kendi dilinde okuyup anlamalı, kendi kendinin rahibi olmalı diyor.
Alman prenslerin de pek çoğu hem o zaman hem
de daha sonra Luther’i destekliyor. Çünkü papalığa vergi vermekten bıkmışlar
artık ve kurtulmak istiyorlar. Tabiki de Luther tam zamanında onların imdadına
yetişiyor..
Her neyse.. Tam bu sırada bunlar yetmezmiş
gibi kilise bir de Endüljans satışına başlıyor..
Biliyo musunuz Endüljans’ın ne olduğunu? Hani
şu meşhur cennetten arsa satma olayı var ya. Ama tam olarak öyle değil..
Endüljans günahların bağışlandı belgesidir. Kısaca
bu. Kiliseye para veriyorsun, bu belgeyi satın alıyorsun ve günahların
bağışlanıyor..
Ha şimdi kilise durup dururken girmiyor bu
işe. Ve kilise ilk defa da yapmıyor bu işi. Daha önceki dönemlerde de kilise
endüljans satmış ama sınırlı bir şekilde...
Şimdi o dönemin papası, adını unuttum, diyor
ki, şu Aziz Petrus meydanına çok büyük bir bazilika yaptıralım. Yani böyle
kilise saray karışımı bi şey. Hani şu papanın Vatikan’da balkonuna çıkıp
kalabalığa el sallayıp konuştuğu büyük bina var ya. O işte..
O zaman orda eski, yıkık dökük, ta Roma
döneminde yapılmış küçük bi bazilika var. Onu yıkalım ve yerine çok büyük ve
ihtişamlı bir bina yapalım ve Katolikliğin gücünü herkese gösterelim.
İyi de.. Kilisenin kasası bomboş. Parayı
nerden bulacaz diye toplanıp düşünürken kardinallerden birinin aklına birden
bire o muhteşem fikir geliyor ve ağzından çıkıyor: Endüljans..
Bi sessizlik oluyor odada. Herkes dönüp bunu
söyleyen kardinale bakıyor. Ne dedin sen diyor papa...
Endüljans diyor tekrar. Endüljans satalım..
Herkes o an bir duraksıyor. Sessizlik hakim.
Ve Papa’nın ağzından gayri ihtiyari şu kelimeler dökülüyor: Güzel fikir... Bir
müddet duraksadıktan sonra yine soruyor: Nasıl yapacaz peki?
Nasıl olacak diyor.. İnsanlara günahların
bağışlandı diye belge satacaz. Kim almaz böyle bir belgeyi?
Ve odadaki herkes rahatlıyor. Hepsinin yüzüne
bir gülümseme yerleşiyor. Evet. Kaynak bulunmuştu. Aziz Petrus meydanına devasa
bir bazilika dikecez ve gücümüzü dünya aleme gösterecez. Kilise eski gücünü
kaybetmiş ha. Görsünler bakalım güç kaybeden kimmiş..
Dolmabahçe Sarayı da aynı bu şekilde Osmanlı
gücünü kaybetmeye başladığı zaman dışardan alınan borçlarla dikilmişti
biliyosunuz..
Ve Endüljans satışları başlıyor. Bu arada
Endüljans kelimesi Latince bi kelimedir ve bağışlama, hoşgörü, af manalarına
gelir. İngilizcedeki Indulgence kelimesi de bundan türemedir.
Her neyse. Endüljanslar peynir ekmek gibi
gitmeye başlıyor. Bütün Avrupa’da. Kilisenin kasası doldukça doluyor. Bu arada
Endüljans borsa gibi. Zenginlerin olduğu yerlerde pahalı, fakirlerin olduğu
yerlerde biraz daha ucuz. Yani oldukça da pahalı bi şey ha. Yani bi köylü bi
endüljans almak için nerdeyse bir yıllık gelirini veriyor.
Hatta bi müddet sonra kategorilere ayrılıyor.
Mesela hepsine paran yetmiyorsa, tek bir günah için endüljans satın
alabiliyorsun. Zenginler için mesela tam
endüljans var, bütün günahların sıfırlanıyor, ama fakirler için kısmi endüljans
var. Günahların bir kısmı bağışlanıyor sadece. Hiç yoktan iyidir yani demi.
Daha sonra bu endüljans olayına ölüleri de katıyorlar. Babanı cehennemden
kurtarmak için endüljans alabiliyorsun, anneni araftan kurtarmak için endüljans
satın alıyosun falan...
Her neyse.. Sonuçta, inşaat 120 sene sürse de
Aziz Petrus bazilikasını Vatikan meydanına dikiyorlar..
Tabi Luther bu Endüljans olayına fıttırıyor.
Kilisenin böyle bi yetkisi zaten yok diyor. Varsa bile, bunu niye bedava
yapmıyorsun diyor..
Ve büyükçe bi kağıda, yukarda anlattığımız
radikal görüşlerini 95 madde halinde yazıp, görev yaptığı Wittenberg kilisesinin
kapısına çiviliyor... Meşhur 95 tezi.
O sahneyi bi gözünüzde canlandırın isterseniz.
Dünya tarihini değiştiren bir olay. Luther’in elinde kağıt, çekiç ve çiviler..
Tak tak tak... Çekiç çivilere iniyor. Her vuruş adeta Roma’dakilerin kafasına
iniyor..
Luther kağıdı asıyor, gururla bakıyor ve
tekrar kiliseye giriyor.
Tabi Luther’in bu 95 tezi matbaanın da
etkisiyle elden ele yayılıyor. İnanılmaz rağbet görüyor ve Luther’in fikirleri
artık hemen hemen bütün Avrupa’da yayılmış durumda.
Ancak dediğimiz gibi Luther Alman prensinin
koruması altında olduğu için Vatikan ona dokunamıyor ama bi müddet sonra Worms
diyetine çağırıyorlar. Mahkeme gibi bi şey yani. Luther burda da fikirlerinden
vazgeçmiyor. Bunun üzerine kilise Luther’i aforoz ediyor, kanun kaçağı ilan
ediyor, Luther’i öldüren ceza almayacak diye ilan ediyor..
Luther ordan bi şekilde kaçmayı başarıyor ve
bi Alman prensinin himayesi altına girip onun şatosunda saklanıyor. Luther’e
orda bir oda veriliyor ve Luther işte o şatoda, İncil’i Almanca’ya çeviriyor..
Yani tarihte ilk defa halk İncil’i kendi
dilinde okuyabiliyor...
Her neyse.. Yazı çok uzadı farkındayım ama,
önemli bi konu. Şimdi protestanlık hareketi gitgide yayılıyor ve Katoliklerle
Protestanlar arasında bir sürü savaş çıkıyor. Toplam 120 yıl süren bu
savaşlarda 10 milyondan fazla insan ölüyor. Mesela 1572 yılında bi Aziz
Bartelemous gecesi katliamı var ki, Paris’te Katolik halk galeyana gelip
Protestanlara saldırıyor ve bir kaç gün içinde kadın erkek çoluk çocuk demeden
10 binden fazla Protestan öldürüyorlar. Bunun dışında 1618-1648 yılları
arasında geçen bi 30 yıl savaşı var ki, bunların en kanlısıdır ve toplamda 8
milyondan fazla insan ölüyor..
Sonunda 1648 yapılan bi anlaşmayla bu savaşlar
bitiyor, Protestanlık resmi bir mezhep olarak tanınıyor ve dini hoşgörü kavramı
Avrupa’ya yerleşiyor.
Bu arada Protestanların Osmanlıyı çok
sevdiğini ve ciddi anlamda Kanuni’ye hayran olduklarını biliyo musunuz? Kanuni
o dönemde sürekli olarak Habsburg hanedanıyla, yani Şarlken’le savaşıyor ve
Protestanların en büyük düşmanı Şarlken Kanuni’yle savaşmaktan Protestanlarla
uğraşmaya fırsat bulamıyor ve bu da Protestanlığın yayılmasını daha da
kolaylaştırıyor.. Hollandalı Protestanların Felemenkce dilinde Kanuni’ye
yazılmış övgü dolu şiirleri bi görseniz şaşar kalırsınız. Tahtın göklerde olsun
Süleyman, Bütün cihana hükmedesin Süleyman...
Zaten Protestanlar o dönemde sürekli olarak
Türk modelini savunuyorlar. O zaman baştaki yönetimler resmi inanç olan
Katolikliğin dışındaki inançları, isyan, bozgunculuk, bölücülük olarak görüyor
ve şiddetli şekilde bastırıyor. Protestanlarsa Türkiye’yi örnek veriyor
sürekli. Bakın diyorlar orda bir sürü farklı din, farklı mezhep barış içinde
yaşıyor ve kimse de onları bozguncu olarak görmüyor. Aynısı niye bizde olmasın?
Şimdi arkadaşlar, bu Protestan hareketi tabiki
Hristiyan teolojisini de yenilikler getiriyor. Ama blogumuz felsefe blogu
olduğu için buna ufak tefek değindik, bu kadarı yeter. Felsefeye getirdiği olay
nedir derseniz. Luther insanlara düşünmeyi öğretiyor. Diyor ki, bu papazların
size söylediğini boşverin, sallayın gitsin. Kendiniz İncil’i okuyun. Üzerinde
düşünün. Tanrı’ya ancak bu şekilde ulaşırsınız. Hatta papazları bile yeri
geldiğinde sorgulayın..
Yani düşünme dediğimiz olay da biliyosunuz bi
başladı mı durmak bilmiyor. Önce İncil üzerinde düşünürsün, sonra din üzerinde,
sonra tabiat üzerinde, felsefe üzerinde bilim üzerinde düşünür de düşünürsün..
Yani insanlar düşünmeye başlıyor.. Bunun
sonucunda da, Reform hareketinden kısa bir süre sonra Kepler gibi, Kopernik gibi,
Galile gibi bilim adamları yetişiyor. Daha sonra ise Aydınlanma hareketi
başlıyor ve Newton gibi bir dahi ortaya çıkıyor. Daha sonra ise bin senedir
rafa kaldırılmış olan bilim ve felsefe adeta patlama yaşıyor, peşpeşe yeni
filozoflar yeni bilim adamları yetişiyor ve bilimsel keşifler yapılıyor. Tıpkı
ilk çağlar gibi yani.
İşte Luther’in başlattığı bu Reform hareketi
hem felsefe, hem bilim, hem de insanlık tarihi açısından bir dönüm noktasıdır..
Evet bu yazı biraz uzun oldu farkındayım. Ama
daha kısa anlatamazdım. Kusura bakmayın artık..
Hadi sağlıcakla kalın...
Yorumlar
Yorum Gönder