TÜMELLER TARTIŞMASI
Evet arkadaşlar.. Ortaçağ felsefesinde önemli
bir tartışma olan ve de ciddi sonuçları olan bir tartışmayı size anlatmak
istiyorum şimdi.. Tümeller tartışması..
Şimdi tümel nedir? Ya da diğer adıyla
evrensel.. Öncelikle bir tanım verelim: Tümel, birden fazla bireyde (tikelde)
ortak olan, onları kapsayan ve tanımlayan genel kavram veya özelliklerdir.
Evet hiçbi şey anlamadınız değil mi?
Anlamazsınız tabi… Zaten anlamadığınız için ben bu yazıyı yazıyorum…
Şimdi tek tek gidelim.. İlk evela şu birey, ya
da tikel kavramını ele alalım. Tikel dicem bundan sonra. Çünkü tikel kelimesi
genel olarak felsefi eserlerde daha çok kullanılıyor…
Tikel şu: Bir türe ait olan bir birey… Tek
kişi, ya da tek varlık, ya da tek şey… Neyse artık..
Mesela senin kedin Tekir bir tikeldir.. Kedi
türüne ait bir tikeldir… Bak şimdi kedi türü dedik ya, işte bu kedi türü
dediğimiz olay bir tümel olmakta.. Yani kedilik tümeli.. Yani kedi türüne ait
bütün bireyler onları kedi yapan ortak özelliklere sahiptir. Yani biz kedi
gördüğümüz zaman onun kedi olmasını anlamamızı sağlayan özellikler hangileri?
İşte bu özelliklerin toplamına tümel diyoruz ve bu bütün kedilerde ortak.. İşte
dört bacaklı olması, etçil olması, memeli olması vs… Bunların hepsi bir araya
geliyor ve kedilik tümelini oluşturuyor..
Benzer şekilde, Ahmet ya da Mehmet bir
tikeldir. Ama onların ait olduğu tür olan insan bir tümeldir..
Yani bir tümelin özelliği bütün tikellerde
ortak şekilde mevcuttur.. Mesela insan tümelinin özellikleri neler?
Düşünebilmesi, rasyonel şekilde akıl yürütebilmesi, memeli olması, iki ayak
üzerinde durması, konuşabilmesi falan.. Anladın.. Ha şimdi diyeceksin ki
yürüyemeyen insanlar var, konuşamayanlar var.. Bu istisnaları geç.. Genel
özelliklerden bahsediyoruz…
Her neyse işte daha derin açıklamalara gerek
yok.. Tümel kısaca bir bireyin ait olduğu cins demek… Mesela insan tümeli,
balık tümeli, kuş tümeli, ağaç tümeli, masa tümeli, araba tümeli.. Git
gidebildiğin kadar..
Sade bu değil, niteliksel tümeller de vardır
felsefede.. Kırmızılık tümeli gibi, uzunluk tümeli gibi, ağırlık tümeli gibi…
Yani herhangi bir özellik birden fazla bireyde bulunuyorsa otomatikmen o
özelliğin bir tümeli olduğunu anlayabilirsiniz..
Bundan başka soyut varlıkların da tümeli
vardır. Adalet, cesaret, güzellik gibi…
Yani genel olarak bir adalet tümeli vardır..
Ve bu adalet olayı, yani adil olma olayı farklı bireylerde bulunabilir.. Ya da
kırmızı.. Pek çok bireyde kırmızı olma özelliği vardır, kırmızı araba, kırmızı
ev, kırmızı balık… İşte bu tek tek bireylerde bulunan o kırmızılar o büyük
genel kırmızı tümeline aittir..
Tabiki de her tümelin üzerinde başka bir tümel
daha var.. Kedi tümelinin üzerine hayvan tümelini koyabilirsin, onun üzerinde
canlı tümeli, onun üzerinde de varlık tümeli… Daha üzeri yok.. Felsefede
“varlık” en üst tümeldir..
Offf.. İnşallah anladınız.. Anlamadıysanız da
bi daha okuyun.. Yine de anlamadıysanız anlayana kadar tekrar okuyun… Çünkü
asıl tartışma bundan sonra başlıyor..
Şimdi tümeller tartışması asıl olarak Antik
Yunan’da başlasa da, asıl zirve noktası Ortaçağ’ın Skolastik dönemi.. Yani 11.
Yüzyıldan itibaren. Tabi kimse durup dururken iş olsun diye oturup
tartışmıyor.. Sebepleri var…
Şimdi tartışma şu.. Bu tümel dediğimiz
varlıklar, realistlerin dediği gibi, kendi başlarına var olan bağımsız bir
varlık mı? Yani insanlık, ya da kedilik diye, ya da kırmızılık diye tikellerden
bağımsız bir tümel var mı?
Yoksa nominalistlerin dediği gibi bunlar kendi
başlarına var olmayan insan zihninin uydurduğu ya da bulduğu isimlerden mi
ibaret?
Realistlerin dediğine göre bu tümeller kendi
başlarına vardır… Ve de insan tikellerden yola çıkarak bunları “keşfeder”..
Mesela sen farklı ağaçları göre göre o ağaçlık tümelini keşfedersin.. Yani
mesela şunun gibi: Yer çekimi kanunu herzaman vardı değil mi? Ama insanlar
bilmiyordu.. Newton geldi ve bu var olan kanunu keşfetti..
Bakın realistler bu tümellerin fiziksel bir
varlığı olduğunu iddia etmiyor. Fiziksel dünyanın ötesinde soyut bir halde var
olduğunu söylüyorlar. Daha iyi anlamanız için mesela bir fizik formülünü örnek
vereyim. Mesela E=mc2 fomülü gerçek dünyada yoktur değil mi? Fiziksel olarak
yok. Ama realistlere göre o formül soyut bir şekilde var. Yani biz o formülün
var olduğunu biliyoruz ama onu göremiyoruz, dokunamıyoruz.. Ama o var. Ve
dünyadaki enerji dönüşümleri de işte bu formülün bir yansıması.. Tümeller de
işte tıpkı bunun gibi…
Ya da dil mesela… Lisan yani.. İngilizce
Fransızca diye bir dil var mı? Evet var.. E hani nerde o zaman göster.
Gösteremezsin değil mi? Yani tutup da şimdi İngilizce kitapları filmleri
gösterme.. Onlar dilin kendisi değil.. O dil tümelinden nasibini almış olan
tikeller.. İşte nasıl ki bu diller fiziksel dünyada değil de sadece soyut
olarak metafizik bir boyutta varsa, tümeller de aynı şekildedir…
Nominalistlerin dediği ise, bu tümeller
yoktur.. Bunlar insanların verdiği isimlerden ibaret sadece. Yani mesela sen
ağaç göre göre kafanda genel bir ağaç imajı oluşur, yani bunu soyutlarsın ve bu
genel imaja “ağaç” ismini verirsin.. Yani ağaç diye genel bi kavram yok. Sadece
bireysel ağaçlar var.. Ama biz bunları daha kolay anlayabilmemiz için bunlara
genel bir isim vermişiz. Kategori yani..
Aynısı mesela adalet kavramı için de geçerli.
Kendi başına adalet diye bir varlık, bir tümel yok. İnsanların davranışları var
sadece. Adil ya da değil. Ha biz bu davranışları göre göre kafamızda bi adalet
imgesi oluşturmuşuz ve buna da adalet ismini vermişiz. Yani icad etmişiz..
Kısaca realistlere göre biz tümelleri
“keşfederiz”, nominalistlere göre ise “icad ederiz”. Olay bundan ibaret..
Ha şimdi yukarda da dediğimiz gibi, bu
tartışma Skolastik dönemde başlıyor.. Yani 11. Yüzyıldan itibaren.. O zamana
kadar realist görüş hakim.. Platon’un görüşü yani.. Tümeller bireylerden
bağımsız olarak mevcuttur.. Niye öyle peki? Çünkü Hristiyan inancına en uygun
görüş bu. Hani önceki yazılarda dedik ya, o dönemde inancın akla uygun olduğunu
ispatlama modası var.. Bizim dinimiz akla en uygun din.. Nasıl ki şimdi bilime
uygun olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.. Aynen öyle.. Zaten bildiğiniz gibi
Ortaçağ’da felsefe tamamıyla teolojinin hizmetinde..
Şimdi nasıl oluyor bu derseniz.. Kısaca
açıklayalım. Realistlerin görüşü teslis inancını akla mantığa uygun olarak
açıklayabilmek için en elverişli görüş mesela. Çünkü Tanrı bir tümel, Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh da tikeller.. Yani bireyler.. İşte bu üç bireyde de bu
tümelin özellikleri, yani Tanrı olma özelliği, yani ilahi öz mevcut.. Nasıl ki
bi ağaçlık tümeli var, bir de tek tek ağaçlar var… Aynen öyle..
Aynısı mesela ilk günah öğretisi içinde
geçerli. Yani Adem’le Havva’nın işlediği günah nasıl oluyor da bütün insanlığa
geçiyor? Bunu açıklamanın tek yolu insanlık tümeli. Adem’le Havva o günahı
işleyince insanlık tümeli bozuldu ve otomatikmen bütün insanlık günahkar
doğmaya başladı..
Gördün mü? Tümellerin bağımsızlığını kabul
ettiğin zaman Hristiyan inancını gayet de akla mantığa uygun şekilde
açıklıyorsun. Zaten o dönem filozoflarının amacı bu..
Ve bu tümellerin nerde olduğu sorusunun da
cevabı bu durumda çok kolaylaşıyor.. Tabiki de Tanrı’nın zihninde…
İşte Skolastik döneme gelince bu Realizm
felsefesi artık yetmemeye başlamıştı. Çünkü kilise artık güç sahibiydi. Hem
siyasi, hem askeri, hem de hukuki gücü vardı. Yani artık yüzünü gökyüzünden
yeryüzüne çevirmişti.. Eskisi gibi öyle kurtuluş, yeniden diriliş, mahşer
günüyle falan o kadar da çok ilgilenmiyordu. Daha çok gücü nasıl elimde tutarım
ve artırırım? Ana konusu buydu artık..
Realizmse buna engeldi. Ne diyodu realizm? Tek
tek insanlar hiçbir şey.. Bir insanlık tümeli var ki, ideal insan modeli yani..
Ona ulaşmamız, onu bulmamız, onu keşfetmemiz lazım. O da bu dünyada bulunmaz..
Manevi alemde bulunur… Anladın? Aynısı ağaç için de geçerli, efendim bitkiler
için de.. İşte para pul, altın gümüş için falan da geçerli. Yani bu dünyadaki
altın gümüş, mal mülk, güç kuvvet, makam mevki hepsi sahte.. Aslolan bunların
idealleri, tümelleri..
İşte bakın bu da günlük hayattan, pratikten,
gözlemden ve de dolayısıyla bilimden kopmayı getiriyordu beraberinde… Çünkü bu
realist görüş mesela adaletin nasıl olması gerektiğiyle ilgilenir daha çok..
Adalet nedir? İdeal adalet nasıl olur? Ama adaletin günlük hayatta uygulanışı?
İşte mahkemeler, hukuk sistemi, hakimlerin özellikleri falan.. Onlarla pek
ilgilenmez.. Onlarla başkası ilgilensin…
İşte Skolastik dönemde bu görüş artık yetersiz
kalınca ortaya Nominalistler çıktı. Bunlar da Hristiyan din adamları ha yanlış
anlamayın. Öyle dinsiz imansız adamlar değiller yani.. Ve bunlar dedi ki,
tümellerin kendi bağımsız varlıkları yoktur.. Onlar bizim zihnimizin onlara
taktiği adlardan ibaret.. Nominal zaten ad demektir, isim yani. Nominalizm’in
Türkçesi de adçılık..
Yani Nominalistlere göre tümellerin ismi
vardır ama cismi yoktur.. Anladın? Adı var kendi yok yani.. Bu görüşü
savunanlar da daha çok Fransisken tarikatına mensup rahipler..
Evet Fransiskenler.. O dönemde birbirine
rakip, rakip kelimesi doğru mu bilemedim şimdi.. Ya da zıt diyeyim.. Ya da
farklı yolda diyeyim.. Cidden doğru kelimeyi bulamadım şimdi ama… Hristiyan
dünyasında birbirinden farklı iki tarikat var. Dominikanlar ve Fransiskenler..
Dominikanlar daha çok akla önem verir.. Yani
Hristiyanlığı akılla anlamaya çalışırlar.. Akinolu Thomas gibi.. Ve de bunlar
pratikten çok teoriyle ilgilidirler.. Ve de haliyle Realisttirler..
Fransiskenlerse akıldan çok inanca önem
verirler.. Pratik hayata daha yatkındırlar.. Tarım, mühendislik gibi işlerle
uğraşırlar çok.. İşte aç insanları doyururlar, fakir fukaraya yardım ederler..
Falan.. Bunlar da tabi ki Nominalisttir..
Niye? Çünkü Nominalizm pratikle çok daha
uyumludur. Yani bu tümel dediğimiz olaylar kendi başlarına yoksa, bunlar bizim
zihnimizin onlara taktiği isimlerden ibaretse sadece, o zaman tek tek bireyler
çok daha önemli.. Sonuçta biz o bireyleri göre göre o tümelleri kafamızda
oluşturmuyor muyuz? Şurdaki kurtlanmış çürümekte olan ağaç benim için o sözde
ideal ağaçtan, yani ağaç tümelinden çok daha önemli. Ben onu kurtarmaya
çalışırım. Ya da aç bir insan benim için insanlık tümelinden çok daha önemli…
Ve de dedik ya.. Pratik hayata önem verdikleri
için, tarıma da büyük önem vermiş Fransiskenler ve bu alanda yenilikler icad
etmişler… Haliyle doğayı da kutsal olarak görmüşler.. Doğa, yani tabiat demiş
Fransiskenler, Tanrı’nın kudretinin bir sembolüdür. Biz doğayı araştırır,
gözlemler, keşfedersek, Tanrı’nın gücünü ve bilgisini çok daha iyi anlamış
oluruz..
Ve de hepsinden önemlisi, Nominalistlerin
savunduğu çok önemli bir başka görüş daha var ki o da şu: İnanç konularını
akılla ispatlamanın bi gereği yok. Çünkü Tanrı’nın kendisi, sıfatları ve
kudreti insan aklının çok ötesindedir.. İnsan aklı bunları kavrayamaz. O yüzden
de felsefeyi ve aklımızı teolojik konular yerine pratik hayatı anlamak için
kullanalım…
Ve işte böylece bilimsel metodun temelini
atmışlar.. Gözlem ve araştırma.. Yani bi dört yüz sene sonra başlayacak olan
Rönesans’ın temelini..
Şimdi anladın mı bu tümeller tartışması niye
bu kadar önemli…
Fransisken tarikatının içinden Roger Bacon, Okhamlı
William gibi önemli filozoflar çıkmış ve ortaya getidikleri felsefeler asırlar
boyunca etkili olmuş.. Hatta hala etkilidir bu insanların felsefeleri.. Hem
günlük hayatta, hem de bilimde…
Şimdi bir de üçüncü olarak bu ikisini
birleştiren başka bir akım var ki, bu da kavramcılar.. Yani konseptüalistler..
Bunlar ikisini birleştirerek bir orta yol bulmuşlar ve demişler ki, tümellerin
bireylerden bağımsız bir varlığı yoktur. Yani realistlerin iddia ettiği gibi
değil olay demişler.. Nasıl peki? Biz bireyleri görürüz.. Yani mesela farklı
farklı ağaçları görürüz.. Sonra bunları soyutlarız ve zihnimizde genel bir ağaç
tümeli oluşur.. Ancak kavram olarak oluşur.. Yani tümel dediğimiz olay
zihnimizde bir kavram olarak mevcuttur.. Yani nominalistlerin dediği gibi bu
sadece onlara verdiğimiz isimlerden ibaret değildir...
Bana göre en ideal olanı bu.. Yani benim en
sevdiğim.. Hem kavram olarak tümellerin mevcut olduğunu söylüyor hem de bu
kavramların bireylerden yola çıkarak, yani gözlem sonucu oluştuğunu söylüyor...
Bunun sonucunda ne olur? Bak mesela şöyle
diyeyim.. Realist bir insan adalet kavramı üzerinde düşünür.. Çünkü ona göre
“adalet” diye bir şey var. İnsanlardan bağımsız bir şekilde var. Yani adalet
dediğimiz olay insanların davranışlarına göre şekillenmez. O yüzden adalet
nedir? Bunu düşünelim, konuşalım, tartışalım... Ama bu kadar.. Uygulamaya fazla
önem vermezler.. Çünkü ne kadar uğraşsan da bu dünyada adaleti fazla
sağlayamazsın...
Nominalistlerse teorik yapı ve soyut düşünce
üzerinde fazla durmazlar. Daha çok pratik odaklıdırlar. Onlar için mesela
adalet nedir sorusunun fazla önemi yoktur. Adalet pratikte nasıl uygulanır ona
bakarlar. Mesela bir karar adil mi değil mi? Ya da benim yaptığım bu hareket
adil mi değil mi? Pek düşünmezler.. Sadece kazanmaya önem verirler.. Bu yüzden
pratik yönleri güçlüdür. Ama teorik taraf eksik olduğu için uzun vadede fazla
bir kazanç elde edemezler.. Kazandıklarını ellerinde tutmak ya da elde
ettiklerini fazlalaştırmak konusunda da zayıftırlar..
Ha işte kavramcılık bu ikisini birleştirir.
Teoriyi ve pratiği. İdeal olan da budur aslında. Tarihe iz bırakmış ve kalıcı
olmuş bütün insanlara bakın. Hepsinin hem bir inancı, ilkesi felsefesi vardır,
hem de pratik alanda aktiftirler, mücadelecidirler.. Mesela benim çok sevdiğim
Muhammed Ali. Hem adalete, eşitliğe inanan bir insandı, hem de bunun için aktif
olarak mücadele ediyordu. O yüzden o sadece bir boksör değil, bir efsane olarak
kaldı... Ya da Mustafa Kemal.. Hem okuduğu kitaplarla teorik yönünü inanılmaz
güçlendirmiş, kendisine ilkeler koymuş.. Hem de bu ilkeler uğruna mücadeleler
vermiş. Hem askeri alanda hem de siyasi alanda.. Fatih Sultan Mehmed de
öyledir, Abraham Lincoln de..
Ama mesela Hitler’i ele alın... Ya da
Napolyon’u.. Arkalarında onları destekleyecek teorik bir bilgi olmadığı için,
sadece pratiğe odaklandıkları için, ilk başlarda kısa süreli büyük başarılar
elde ettiler.. Ancak bunları ellerinde tutamadılar. Çünkü hiç bir ahlaki kural,
etik, ilke tanımadılar ve sadece kazanmaya odaklandılar..
O yüzden arkadaşlar... Bi yerlere gelmek, bu
hayatta kalıcı izler bırakmak istiyorsak, hem okuyacaz, araştıracaz.. Hem de
harekete geçecez.. Çift kanatlı kuş gibi olacaz yani.. Hani derler ya, çok
okuyan mı bilir çok gezen mi? Biz hem okuyacaz hem de gezecez...
Yorumlar
Yorum Gönder