ANAKSAGORAS

 



Evet arkadaşlar… Bugün de size bir başka doğa filozofunu, Anaksagoras’ı anlatıcam.

Şimdi bu Anaksagoras hocamız, dinince dinlensin, MÖ 400lü yıllarda İyonya’da yani Batı Anadolu’da doğuyor. Ama daha sonra Atina’ya gidiyor. Kendisi Atina’ya felsefeyi getiren kişi olarak bilinir.

Atina’ya gidişi herhalde MÖ 480 falan..

O dönem felsefe artık yavaş yavaş İyonya ve İtalya’dan sonra  Atina’ya kaymaya başlamış

Atina’nın büyümesi MÖ 490 ve 480 yıllarında yapılan iki tane Pers savaşından sonra başlıyor. Başını Atina’nın çektiği Yunan ittifakı bu iki savaşta da galip geliyor ve de büyük bir prestij kazanıyor.

Bu savaşların sonunda Persler Yunan anakarasından sürülüyor  ve de İyonya bağımsızlığını kazanıyor. Sparta hariç bütün Yunan şehir devletleri bu ittifaka katılmıştır.

 

Bu ittifaka katılan şehirler ya belirli sayıda gemi vermek zorundaydılar ya da o gemilerin değerinde para. Çoğunluğu ikinci yolu seçtiler ve ittifak yavaş yavaş Atina imparatorluğuna dönüşmeye başladı.

Atina en müreffeh dönemini ise 460-430 yılları arasında hüküm süren Perikles döneminde yaşadı.

Perikles tam bir sanat ve felsefe aşığı. Çevrede ne kadar sanatçı, edebiyatçı ve filozof varsa hepsini Atina’ya topluyor. Ve daha sonra Sokrat ve Platon gibi iki büyük filozofu yetiştirecek olan Atina, altın devrini yaşamaya başlıyor.

Ta ki MÖ 430’da başlayıp Atina’yı yerle bir eden Peleponez savaşı ve Perikles’in ölümüne kadar. Bu Peleponez savaşının ciddi sonuçları olmuştur. Hatta bence etkisi halen devam etmektedir. Bu savaşı daha sonraki bölümlerde anlatacağımız için şimdilik fazla bahsetmeyelim. Ama şunu söylemeliyim ki, Peleponez savaşını anlamadan ne Sokrat’ı ne de Plato’yu anlamak mümkün değil.

İşte Perikles’in İyonya’dan Atina’ya getirdiği filozoflardan biri de Anaksagoras.. Atina’ya felsefeyi getiren kişi…

Her neyse.. Anaksagoras’ın hayatını isterseniz kendiniz araştırırsınız. Biz şimdi biraz onun felsefesinden bahsedelim.

Anaksagoras, Parmenides sonrası bir filozof. Sokrat öncesi filozoflar Parmenides öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılır. Çünkü Parmenides düşünce tarihinde ciddi bir dönüm noktasıdır.

Ne demişti Parmenides hatırlayalım. Hiç bişey yoktan var olmaz. Ve de hiç birşey başka birşeye dönüşmez. Bu yüzden de değişim diye bişey yoktur.

Sonraki filozoflar da kısmen bu düşünceye katılmışlar ve dönüşümü reddetmişler. Ancak demişler, değişim vardır.

Dönüşüm yoksa ne var peki? Elementlerin birleşip ayrılması var. Hatırlayın ilk olarak Empedokles bu konuya girmişti ve demişti ki kainattaki maddeler yoktan var olmaz, birbirine dönüşmez, dört elementin farklı oranlarda birleşmesiyle oluşur ve ayrılmasıyla da yok olur. Bunları birleştiren güç de aşk ve nefrettir.

Yani artık kainata başka bir bakış açısıyla bakılıyordu. Maddeler birbirine dönüşerek değil de, farklı elementlerin bir araya gelmeleriyle meydana geliyordu ve de bu elementlerin ayrılmasıyla da yok oluyordu. Ölüm denilen olay işte aslında bu elementlerin ayrılıp doğaya karışmasıydı.

Bu düşünce Anaksagoras’tan sonra gelecek atomcuların ve de atom teorisinin önünü de açtı. Bugün bilim de aynı şekilde, maddelerin atomların bir araya gelmesiyle oluştuğunu söylemiyor mu?

Peki iki bakış açısı arasındaki fark nedir? Hadi biraz beynimizi çalıştırıp felsefi düşünmeye çalışalım. Diyelim ki bi menemen yaptınız. Birinci bakış açısına göre yumurta, biber, domates, yağ menemene dönüşür. Yani kendi kimliklerini kaybederler. Menemenin içinde yok olurlar.  Artık sadece menemen vardır, biber, domates, yumurta yoktur…

İkinci bakış açısına göre ise, yumurta, biber, domates, yağ başka bişeye dönüşmeden, kendi kimliklerini koruyarak, bir araya gelerek, yani birleşerek menemeni oluştururlar.

Aradaki farkı biraz olsun anlayabiliyor musunuz? Birinde dönüşme var, birinde oluşma var.

Peki bu felsefeleri topluma uyarlarsak nolur?

Birinci bakış açısı baskıcı yönetimlere uygundur. Kendi kimliğinden vazgeçip, hakim unsura dönüşme, o unsurun içinde kaybolma, asimile olma. Mesela Ortadoğu’daki bazı milletlerin Araplaşma süreci buna örnek olarak verilebilir.

İkincisi ise daha çok eyalet sistemine ve demokratik yönetimlere uygundur. Farklı kimliklerin bir araya gelerek, kendi öz kimliklerini yitirmeden bir milleti oluşturması. Mesela ABD’deki eyalet sistemi ya da farklı ülkelerden ve milletlerden oluşan Avrupa Birliği buna örnek verilebilir.

Anaksagoras da ikinci görüşü seçti ve tıpkı Empedokles gibi, maddelerin farklı elementlerin birleşmesi sonucu meydana geldiğini savundu. Ancak dört element yerine spermata kavramını getirdi.

Nedir peki spermata? Spermata “tohum” demektir. Evet şu bildiğiniz sperm kelimesi de tohum anlamına gelir. Şöyle açıklayalım: Anaksagoras’a göre bir maddeyi sonsuz defa bölebilirsin. Ne kadar bölersen böl, oluşan en küçük parça, yani spermata, hala o maddenin özelliğini taşır.

İşte kainatta sonsuz sayıda spermata vardır. Yani bu spermatalar o kadar küçüktür ki, bi toplu iğne ucuna milyon tanesi sığar.

İşte kainattaki bütün maddeler bu spermataların bir araya gelmesiyle oluşur.

Spermata kavramı daha sonraları sufi literatürde “zerre” kavramına dönüşmüştür.

Hani demiş ya şair: “Kainatta bir zerreyim. Zerre deyip geçme, zerre değişirse kainat değişir”.

Kainatın büyüklüğünü şöyle bi düşünürsek, aslında insanları da bu kainatı oluşturan zerreler olarak düşünebiliriz.

Peki bu tohumlar, zerreler, spermatalar nasıl harekete geçiyor?

İşte tam bu noktada Anaxagoras’ın farkını görüyoruz. Bu spermataları harekete geçiren güç EVRENSEL AKIL,  yani NOUS’tur.

Yani bir dış güç…

Anaksagoras’tan önceki filozoflar, maddenin kendi içinden gelen bir güçle hareket ettiğini söylüyorlardı. Mesela Empedokles farklı elementlerin birbirlerine duydukları aşk ile bir araya geldiğini söylüyordu. Yani bunlar “Hilozoist” ti.

Anaksagoras ise ilk defa maddenin kendi içindeki bir güçle değil de dışardan bir güçle hareket ettiğini savundu.

Bakın bu öylesine söylenip geçilecek bir felsefe değil. Sonraki filozoflar bu felsefeyi aldılar ve dediler ki, madde eğer dışardan bir güçle hareket ediyorsa, o zaman biz de maddeye güç uygulayarak onu değiştirebilir miyiz? Ve de bu şekilde insanın doğaya müdahelesini başlattılar. Mesela bi örnek olarak yapay seleksiyonu verebiliriz. Farklı cinsteki köpeklerin insan eliyle birleştirilip yeni bir köpek cinsi elde edilmesi. Bull Dog.

Aynı zamanda toplumların da dışardan müdahaleyle değiştirilebileceği düşüncesini hazırlamıştır. Toplum mühendisliği, Jakoben anlayış falan…

Peki şöyle bi soru sorarlarsa ne dicez? Nasıl oluyor da bu spermatalar, yani tohumlar, kainattaki bunca farklı maddeyi oluşturabiliyor?

Anaksagoras’ın buna cevabı ise çok ilginçtir: Herşey herşeydedir.

Diyelim ki elinize bi peçete alın. Bunun içinde herşey vardır. Elma vardır, armut vardır, altın vardır, koltuk vardır, sehpa vardır, cam vardır, ağaç vardır, vardır da vardır…

Ancak bunlardan hangisi hakim maddeyse biz ona o ismi veririz. Peçetede en çok bulunan madde peçetedir. Yüzde 99u mesela peçetedir. Diğer maddeler ise çok çok çok küçük oranlarda, toplamda yüzde bir olacak şekilde bulunur. O yüzden de biz ona peçete deriz.

Herşey herşeydedir, evrensel akıl yani nous hariç..

İşte bu evrensel akıl, saftır yani katkısızdır, güç sahibidir, ve de kainatı yönetir.

Böylece Anaksagoras madde ve onu hareket ettiren akıl arasına kesin olarak bir çizgi çekmiştir.

Bu evrensel akıl, hareket ettirici güç, daha sonraları, kişinin ya da toplumun inanışına göre farklı isimler ve şekiller almıştır. Tek tanrılı dinlere mensup birisi için bu güç Tanrı’dır. Uzak doğu dinlerine inanan birisi için doğanın kendisidir.

Bazı entellerimizin son zamanlarda sıklıkla söylediği: “Tanrı’ya inanmıyorum ama bir güç var” sözü işte bu evrensel akıl inancına dayanır.

Canlılardaki mevcut olan akıl da, işte bu evrensel akıldan küçük, küçücük bir parçadır. Akıl dediğimiz olay homojen olduğu için, hayvandaki akılla insandaki akıl birbirinin aynısıdır. İnsanların hayvanlardan üstün olmasının sebebi ise akıl değil, iki ayağının üzerinde durup ellerini kullanabilme yeteneğidir.

Yani bu akıl dedigimiz olay içine girdiği maddeye can verir.

Tasavvuftaki ruh inancı da aslında bu inanıştan gelir. İnsandaki ruh Allah’tan bir parçadır. Çünkü insan yaratılırken Allah ona ruhundan üflemiştir. 

Ve bu kozmik ya da evrensel akıl aynı zamanda kainatı da var eden güçtür. Başlangıçta bütün tohumlar bir aradayken, bu güç bunları hızlı bi şekilde çevirmiş, yani onlara bir rotasyon vermiştir. Bu dönmenin hızıyla bu tohumlar birbirinden uzaklaşmış ve kainatın her tarafına saçılmışlar. Bildiğimiz Big Bang teorisinin ilkel bir hali yani.

Anaksagoras daha sonra Atinalılar’ın hışmını çekmiş. Çünkü o zamanlar Atinalılar ay ve güneşin iki tanrı olduğuna inanıyordu. Anaksagoras ise demiş ki bunlar tanrı falan değil. Güneş bi ateş topu, ay ise taş toprak. Vay kafir zındık deyip saldırmışlar. İdamla yargılamışlar. Anaksagoras son anda Lapseki’ye kaçıp canını kurtarmış. Orda da ölmüş. 

Tabi ki adamların asıl derdi dinden ziyade ay ve güneş tanrısı için kesilen kurbanlar ve de yapılan bağışlar…

Her neyse.. Anaksagoras da bu kadar. Bi sonraki yazıda da atomcuları anlatalım ve doğa filozoflarına noktayı koyalım diyorum. Ne dersiniz? O zamana kadar esen kalın, hoşca kalın.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞKUCULUK

PLATON II - İDEALAR

HERAKLİTOS