SOFİSTLER

 

 


Evet değerli felsefe dostları. Bugünkü yazımızda da sizlere Sofistleri anlatayım diyorum. Ne dersiniz?

Şimdi Sofist nedir? Bu kelime Sokrat, Plato ve Aristo tarafından bir küfür olarak kullanılsa da, bizdeki kominist gibi, aslında öyle değil. Sofist diye insanlara parayla ders veren, felsefe öğreten filozoflara deniyor.

Şimdi MÖ 5. yüzyıl, Yunanistan’da, daha önceki yazıları da okuduysanız bilmeniz lazım. Doğa felsefesi hakim. İnsanlar tabiatı anlamaya çalışıyor. Ve bir sürü de doğa filozofu var.

Ancak bu yüzyılın sonuna doğru artık bu doğa felsefesi gına getiriyor. Herşeyin bi ömrü var sonuçta. Yani millet tarafından artık pek rağbet görmüyor. Yani halk diyor ki bu filozoflara: “Hangi birinize inanalım kardeşim? Birinin dediği ötekini tutmuyor. Biriniz diyor ki arke ateş, öteki diyor ki su. Biriniz diyor ki sürekli değişim var. Öteki diyor ki değişim falan yok…“ 

Bi de diyolar ki bunlar bizim gerçek hayatta ne işimize yarayacak? Farzet ki senin dediğin gibi kainatın arkesi ateş. Ya da su. Ya da dört element.. Ee? Bunu bilmenin bana ne gibi bi faydası var? 

Bi de o zamanlar Atina‘da demokrasi var. Şimdiki gibi değil. Halk doğrudan katılıyor. Yani herhangi bi vatandaş, meclise gidip bi kanun teklif edebiliyor, onu savunabiliyor. Veya karşı olduğu bi kanunun aleyhinde konuşabiliyor. Yani konuşma ve ikna etme önemli. Tabi vatandaş derken köleler, kadınlar ve çocuklar yok. Sadece yirmi yaş üstü özgür erkekler..

Bunun dışında da, mahkemeler var. Mahkemelerde de jüri var. Jüri üyeleri de, aynı şu Amerikan filmlerindeki gibi, senin benim gibi sıradan vatandaşlar. Yani bi hukuk tahsilleri yok, tecrübeleri yok. Önyargılarla ve yanlış bilgilerle oraya gelmişler. Ve de özellikle yükselen bi siyasetçi, kıskançlık ve haset oklarını üzerine çekip, suçlamalara maruz kalıp sık sık mahkemelere çıkabiliyor. Bu yüzden mahkemede iyi konuşup bu jüriyi ikna etmek de çok önemli. Yoksa mazallah işin idama kadar yolu var.

Ha işte. Sofistler tam da bu dönemde ortaya çıkıyor. Yani var olan bir ihtiyaca cevap veriyorlar. Bunların hepsi okumuş filozoflar.. Gelin diyorlar zengin çocuklarına. Size konuşmayı, retoriği, söz sanatını, ikna etme yöntemlerini öğretelim diyorlar. Tabi para karşılığı.

İşte zurnanın zırt dediği yer. Sokrat, Platon falan buna çok kızıyorlar. Yani sana bana normal gelebilir ama işte o dönem öyle değil. O dönemde felsefe bir din olarak görülüyor. Bilgeliğin yolu. Kutsal yol. Filozoflar da bu bilgeliği, hakikati, gerçeği arayan peygamberler adeta. Ve de insanlara bu işi öğretme, anlatma karşılığında para almak.. İşte bu parayla din satmak, dini kendi çıkarları için kullanmak gibi bir olay.. Yani bu düşünülemez bile.

Ama tabi sofistler bunu pek sallamıyor ve işlerini yapıp yüksek miktarda paralar kazanmaya başlıyorlar. Sokrates ise mesela fakir bi adam. Ayağında ayakkabı bile yok. Çıplak ayakla dolaşıyor. Ama Platon öyle değil. O zengin.

Bunun dışında Sofistler felsefeyi bozmakla, tahrif etmekle de suçlanıyorlar. Hani dini tahrif etmek gibi algılayın bunu…

Her neyse.. Şimdi biz sofistlerin felsefesine bi bakalım. Sofistlerin lideri olan Protagoras demiş ki, mutlak gerçeği, hakikati bulmanın imkanı yok. Bak ilk filozof Thales’ten beri 150 sene geçti. O kadar filozofun hepsi aradı, taradı, düşündü.. Bişeyler söyledi? Sonuç? Ortada birbirinden farklı, birbirine hiç uymayan, birbirinden tamamen değişik bir sürü görüş. E demek ki neymiş? Öyle bir, tek, herkes için aynı, evrensel bir gerçek yokmuş..

O zaman ne var peki? Herkesin kendi gerçeği var. Senin için gerçek olan, benim için gerçek olmayabilir. Mesela sen gençsindir, rüzgar esince üşümezsin.. Ama ben yaşlıyım, üşürüm. O zaman o rüzgar senin için soğuk değildir, ama benim için soğuktur.

Mesela yarı karanlık bir oda düşünün. Benim gözlerim iyi görüyorsa, o oda benim için aydınlıktır. Ama senin gözlerin iyi görmüyorsa, senin için karanlıktır.

Yani herşey algı meselesi. Gerçek yoktur, algı vardır. Mühim olan o algının sana ne hissettirdiğidir. Doğru ya da yanlış olması değil. Mesela herhangi bi olay, bi Avrupalı için gayet de normaldir, ama bi Ortadoğulu o olay için cinayet işleyebilir. Mesela Avrupalı bi genç kız babasının yanında erkek arkadaşıyla çok rahatlıkla öpüşebilir, ama bizdeki kız babaları (ben dahil), böyle bi durumda gözleri kararır.. Allah muhafaza. Birisi için bu gayet normal. Öteki içinse büyük ahlaksızlık. İkisinin de gerçeği farklı farklı. Peki hangisi doğru? İkisi de doğru. Ama biri için o doğru, öteki için de öteki doğru.

O zaman demiş, “doğru felsefe” yoktur. “ Daha doğru felsefe“ vardır. Benim için, en faydalısı hangisiyse, en doğru felsefe odur. Daha sonraları buna pragmatizm demişler..

Anladın? Neyi anladın? Mesela şimdi devlet yönetimi.. Devleti hangi rejimle yönetmemiz gerek? Duruma bakarım. Ekonomik, toplumsal, siyasi şartları incelerim. En uygun rejim demokrasiyse, demokrasiyi savunan bir felsefe bulurum, ona göre demokrasiyi savunurum ve devleti o felsefenin anlattıklarına göre kurarım.

Yok monarşiyse ona göre bi felsefe, yok tiran yönetimi kuracaksam ona göre bi felsefe bulurum.

Sade devlet değil, ticarette de bu böyledir, eğitimde de böyledir, kendi günlük hayatımızda da bu böyledir. Yani işimize hangisi geliyorsa, bize en çok fayda sağlayacak felsefe hangisiyse onu alırım, ona inanırım, onu savunurum ve hayatımı ona göre düzenlerim. 

Yani, inandığın gibi yaşama değil de, yaşadığın gibi inanma… Daha sonraları buna Pragmatizm demişler.

Bunun en bariz örneğini “din” olayında görürüz. Eskiden din değiştirme olayı şimdiki gibi bireysel bi olay değildi. Ülkenin, topluluğun, aşiretin başındaki kişi din ya da mezhep değiştirmeye karar verir ve bütün halk o dine ya da mezhebe geçerdi.

En bilinen örneği, İngiltere kralı Henry. Dördüncü Henry galiba. Hatta dizisini de yaptılar Tudors diye. Bu karısından boşanıp genç bi kızla evlenmek istiyor. Ama hünkarım diyorlar.. Pardon onlar majeste diyor. Katolik mezhebinde boşanmak yok. O zaman Ortodoks olalım biz de diyor. Onda da boşanmak yok. Lan gidin o zaman yeni  bi  mezhep kurun. Adamı hasta etmeyin. Osmanlı padişahının hareminde 300 tane cariye var. Biz bi karıdan boşanıp ikinciyi alamıyoz. Tüküreyim böyle krallığın içine!!  Ve böylece boşanmanın serbest olduğu Anglikan mezhebi kuruluyor.

Yani Protagoras demiş ki: “Herşeyin ölçüsü insandır. Var olanın var olmasının ölçüsü de insandır. Var olmayanın var olmamasının ölçüsü de insandır.” Ve de her insan da bir diğerinden farklı olduğuna göre her insanın ölçüsü de farklı olacaktır. Benim için var olan birşey, diğer bir insan için olmayabilir. Ya da benim için erdemli olan bir hareket, diğeri için tam tersine bir ahlaksızlık olarak kabul edilebilir. Yani felsefeye şüphecilik denilen olayı getirmişler.

Tabi ki bu görüşün de temel dayanağı, daha önceki filozofların bir kısmının da söylediği gibi, duyu organlarının aldatıcılığı üzerine kuruludur. Mesela renk körü olan bi adam düşünün. Kırmızı rengi siyah olarak görüyor. Buna kalkıp da “gerçekte o siyah değil, kırmızıdır” diyemeyiz. Ya da “birader sen görmüyorsun ama, kırmızı diye bir renk var” da diyemeyiz. Ne malum bizim yanlış görmediğimiz? Ne diyebiliriz peki? “Renk körü olmayan bir insan bunu siyah değil, kırmızı olarak görür” diyebiliriz. Çünkü onun gerçekte hangi renk olduğunu hiç bi zaman kesin olarak bilemeyiz. Ama şunu diyebiliriz: “Kırmızı renk hayatımıza bazı kolaylıklar getirdiği için, kırmızı rengin varlığını kabul etmek daha doğru bir görüştür…”

Neyse… Hadi siz de biraz kafayı çalıştırıp felsefe yapın ve çevrenizden buna benzer örnekler bulun.

Mesela der ki Protagoras, Tanrı var mıdır yok mudur biz bilemeyiz. Ama Tanrı’ya ya da tanrılara inanmamız lazım. Çünkü cezalandırılma korkusu pek çok insanı suç işlemekten alıkoyar. O yüzden din toplum için gereklidir. Yani Tanrı’ya inanmak, onu reddetmekten daha doğru bir görüştür.

Ve de bu görüşün bir diğer sonucu ise, haliyle çoğunluğun görüşünün her zaman daha doğru olmasıdır. Çünkü çoğunluğun görüşü, normal, gerçek ve günün konjektürüne göre en faydalı olandır. Sürüden ayrılanı kurt kapar hesabı. Toplumun göreneklerinden, geleneklerinden, inançlarından farklı bi şey söylersen eğer, toplumdan dışlanırsın, aforoz edilirsin, lince uğrarsın.. Yani, tarih bunun örnekleriyle dolu. Mesela bugün bi instagram hesabın yoksa, varsa bile orda gezdiğini, yediğini, içtiğini paylaşmıyorsan bir yanın eksik demektir..

Protagoras bu kadar. Bir başka meşhur sofist Gorgias da demiş ki: “Hiçbisey yoktur, varsa bile bilemeyiz. Bilsek bile başkasına aktaramayız.“

Yani demiş ki, şu ağaç.. Ben bunu görüyorum, dokunuyorum ama.. Ne malum beynimin bana bi oyun oynamadığı. Olmayan şeyi var gibi göstermediği.. Mesela şizofren hastaları var demi. Olmayan insanları görüyorlar, olmayan sesleri duyuyorlar. Ne malum bütün insanlığın aynı bu şekilde, toplu halde şizofren olup da hayal görmediği. Ne malum bizim hepimizin bi rüya aleminde yaşamadığı…

Şimdilerde oldukça moda olan bi simülasyon teorisi var ya.. Onun temellerini atmış işte. Matriks diye bi fim vardı. İzlediniz mi ? Onu da izlemediyseniz Şener Şen’in Gölge Oyunu filmini izleyin. Var mıyız yoksa yok muyuz olayı üzerine düşündüren filmler..

Yani kısacası olayı şuraya getiriyorlar. Hiçbirşeyin varlığından ve doğruluğundan emin değilsek, o zaman hiç bir ahlaksal ya da toplumsal kuralın doğruluğundan da emin olamayız. Bizim için tek bir olay vardır. O da herhangi birşeyin doğruluğuna ilgili kişileri ikna etmek, onları buna inandırmak.

Mesela deniz mavi.. Değil mi? Al o zaman denizden bi bardak su. Bak bakalım bardaktaki su mavi mi? E hani bu deniz maviydi? Demek ki gözümüz bizi aldatıyor. Ama denizin mavi olması ya da olmaması önemli değil. Önemli olan senin neye inandığın.. Anladın? Benim için önemli olan da seni bu denizin mavi olduğuna inandırmak..

Yani aslında tam olarak siyasetçilerin sahip olması gereken bi meziyet. Yaptığı bi işin, aldığı bi kararın doğru olduğuna seçmen kitlesini bi şekilde inandırmak. Ya da avukatların işi. Hakimi, jüriyi suçsuz olduğuna bi şekilde inandırmak.

İşte böyle laf ebelikleriyle gerçeği olduğundan farklı gösterdikleri için, doğruyu yanlış, yanlışı doğru, suçluyu masum ve de masumu suçlu gösterdikleri için, o dönemde Sofistler bazı kesimler tarafından hiç sevilmemiş. Sevmeyenlerin de başında Sokrates ve Platon geliyor. 

Şimdi son zamanlarda bazı felsefe bloglarında Sofistleri övme modası baş gösterdi ama, çok merak ediyorum. Bunlar bi mahkemede karşı tarafın avukatlıklarının laf cambazlıklarıyla haksız yere mahkum edilirlerse, yine aynı düşünecekler mi  acaba?

Sonuç olarak, Sofistler felsefeye yeni bir bakış açısı getirmişlerdir. Doğaya değil, insana yönelmişlerdir. Evet bu doğru. Ancak bu felsefe yeteneklerini çoğunlukla menfaat karşılığı suistimal ettikleri için o dönemde bunlardan nefret edilmiştir ve Sofist kelimesi bir hakaret kelimesine dönüşmüştür.

Her neyse… Gelecek yazımızda nihayet büyük Sokrates’i anlatmaya başlayabiliriz… O zamana kadar hoşçakalın…

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞKUCULUK

PLATON II - İDEALAR

HERAKLİTOS