KİNİSTLER
Her neyse… Şimdi Kinizm dediğimiz akım
Sokrates’ten sonra, Aristo döneminde
ortaya çıkmış olmasına rağmen, yani Helenistik dönem başlamadan önce, yine de
Helenistik felsefeye dahil edilir. Çünkü, birinci olarak, Helenistik dönemdeki
felsefenin özelliklerini taşır. Yani dünyadan el etek çekip iç huzuru bulmaya
yönelik bi felsefe olduğu için, hem de Helenistik dönemde, özellikle Mısır’daki
İskenderiye şehrinde oldukça yayılıp popüler olduğu için.
Önceki yazımızı okuduysanız bilirsiniz.
Helenistik dönem MÖ 323 yılında Büyük İskender’in ölümüyle başlıyor ve MÖ 32
yılına kadar aşağı yukarı bi üçyüz sene devam ediyor. Şimdi bu dönemin en
önemli özelliği şehir devletleri döneminin bitip imparatorluklar döneminin
başladığı yıllar. Devlet dediğimiz organ küçük bi şehirden oluşunca haliyle
şehirde yaşayan filozoflar oldukça itibar görüyor ve siyaset olsun, diğer
konular olsun filozofların görüşlerine sıkça başvuruluyor. Bunun sonucunda da
filozoflar devlet yönetimi, siyaset, toplumsal düzen konularında bol bol kafa
patlatıyorlar..
Ama Helenistik dönemde, Aristo’dan sonra yani,
imparatorluk kuruluyor, merkezi yönetim başlıyor, yani bütün ülke artık
başkentten yönetiliyor ve şehir halkına fazla söz verilmiyor. Tabi bu durumda
filozofların görüşlerini de artık kimse fazla sallamıyor. Başta bir kral var. O
ne derse o oluyor..
Bunun dışında yine şehirlerinin, yani
devletlerinin, vatanlarının elden gitmesi, daha doğrusu güçlü bir imparatorluğa
dahil edilmesi de ayrı bi koyuyor filozoflarımıza.. Çünkü felsefe
yapmalarınındaki ana motivasyonları vatandaşı oldukları şehir devletinin daha
huzurlu ve müreffeh yaşamalarını sağlamak.
İşte bütün bunlardan dolayı, Helenistik dönemde artık filozoflar, büyük bir ümitsizliğe, bunalıma ve çaresizlik duygusuna kapılarak dünya işlerinden, siyasetten el ayak çekiyorlar ve insanin kendisine, özellikle de insanın iç dünyasına yöneliyorlar. İnsan nasıl mutlu olur? Nasıl daha erdemli olur? Nasıl kurtulur?
Bunun bi benzeri İslam coğrafyasında da yaşanmıştır. 11. yüzyılda Moğollar İslam beldelerini tarumar edince İslam felsefesi akılcılıktan çıkıp daha çok mistizizme, yani tasavvufa yönelmiştir. Yani İslam dünyası bi nevi, Aristo’yu bırakıp Platon’a yönelmiştir. Mevlana olsun, Yunus Emre olsun aslında hepsi bu dönemin yetiştirdiği insanlar..
Ortaçağdaki Katolik kilisesinin de ana konusu
aslında budur. İnsanın erdemli olması, mutlu olması ve de kurtulması. Ve kilise fikirlerinin bir kısmını işte bu Helenistik dönemden alır. Ancak
Helenistik dönemdeki düşünürlerin fikirleri daha çok bireyselken, kiliseyle
beraber bu fikirler kurumsallaşmıştır. Yani herkesin uyması gereken resmi bir
kural haline gelmiştir nerdeyse. Ruhbanlık, fakirliğe övgü falan işte..
Evet.. Bu girişten sonra, önceki yazımızı da
okuduysanız herhalde Helenistik dönem hakkında genel bir fikriniz oluşmuş
demektir. O zaman şimdi Helenistik dönemin önemli felsefi akımlarından birini,
yani Kinizm’i incelemeye başlayabiliriz.
Kinizm, yukarda da dediğimiz gibi köpeksi,
yani köpek gibi yaşayanlar anlamına geliyor. Bu isim onlara aşşağılamak için
başkaları tarafından verilmedi. Yanlış anlamayın. Bu ismi onlar kendi
kendilerine taktılar.
Şimdi bu akımın kurucusu Antisthenes. Anthisthenes
Sokrates’in öğrencisi. Oldukça da zengin, soylu, itibar gören bi filozofken,
günün birinde diyor ki, yahu kardeşim nedir bu dünya dünya. Nedir bu lüks? Bu
şatafat, bu ihtişam? Bu debdebe? Bu şaşaa? Bi insanın bu kadar varlık içinde
mutlu olmasına, erdemli olmasına imkan var mı diyor ve gidiyor bi fakir gibi
yaşamaya başlıyor. Çalışan insanların arasına karışıyor, onlar gibi eski püskü
giyiniyor, basit bi kulübede sıradan ucuz eşyalarla ve ucuz yemeklerle
beslenmeye başlıyor..
Niye böyle yapıyor peki? Dedik ya..
Sokrates’in öğrencisi. Ve de Sokrates’e göre bi insanın yaşama amacı mutlu
olmaktır. Mutluluğa nasıl ulaşılır peki ? Erdemle.. Yani güzel ahlakla. Peki
erdeme nasıl ulaşılır ? Bilgiyle, eğitimle.. Yani bilen insan erdemlidir,
erdemli insan da mutludur. Özetlersek Sokrates’in felsefesi kısaca bu yönde.
Daha geniş bilgi edinmek istiyorsanız eğer burdan.
İşte Anthisthenes demiş ki, kuru bilgi
öğrenmekle ne erdem olur ne de mutluluk. Bunu hayatımıza yansıtmadıktan sonra,
pratiğe dökmedikten sonra o bilgi ne ise yarar? Nasıl olur da seni erdemli
yapar?
Ve demiş ki işte, mutluluğun, erdemin sırrı,
dünya nimetlerinden, lüksten, şatafattan mümkün olduğu kadar uzak durup sade,
hatta yoksul bir yaşam sürdürmek.
Niye bu böyle? Çünkü biz, bizim dışımızdaki
varlıkların esiri oluruz. Onlara sahip olmak isteriz. Bu bizde hırs yapar. Hırs
da beraberinde mutsuzluk getirir. Çünkü bizim sahip olmayı o kadar çok
istediğimiz şeyi başkasında görünce üzüntülere bunalımlara gireriz. Mesela
bugün İnstagram’da falan gezen, eğlenen, sevgilisiyle poz verenleri görünce
bunalımlara girmiyor mu millet? Bizde niye yok diyor ve kara yaslara
bürünüyor..
İkincisi de sahip olduklarımızı kaybetme
korkusu. Elimizdekini kaybetmekten o kadar korkuyoruz ki, bu korku bizi yine
bunalımlara sürüklüyor.
İşte diyorlar, bizi mutsuzluğa iten bu dünya
sevgisi, mal mülk hırsı, elimizdekini kaybetme korkusu. Bizi mutsuz eden işte
bunlarsa, o zaman bunlardan uzaklaşırsak, bunları kendimizden yok edersek mutlu
olur muyuz? Evet oluruz.
Bakın Fight Clup diye bi film var. Türkçesi
dövüş kulübü. Brad Pitt oynuyor. Aslında Chuck Palahniuk’un romanı. İşte tam
olarak bu konuyu işliyor. Bütün hayatı çalışıp sürekli evine yeni eşya,
elektronik aletler, yeni giysiler almaktan ibaret olan başrol, adını unuttum
şimdi, günün birinde eski, yıkık dökük virane bir evde yaşayan Tylor’la
tanışıyor ve hayata bakışı değişiyor.
Orda mesela şöyle güzel bi söz var : “Sahip
oldukların, gün gelir sana sahip olmaya başlar.” Yani Kinizm felsefesine
dayanan kült bir film yapmış adamlar..
Her neyse.. Şimdi Kinizm’in kurucusu Anthistenes
evet, ama onu asıl ününe kavuşturan, öğrencisi Diyojen.. Sinoplu Diyojen..
Diyojen MÖ404 yılında Sinop’ta doğuyor. Bizim
Türkiye’deki Sinop’ta yani. Hatta şimdi oraya bi heykelini de diktiler onun.
Babası kuyumcu, ama kalpazanlık işleri de yapıyor. Bu yüzden cezalandırılıyor
ve Atina’ya sürgün ediliyor.
Diyojen işte babasıyla beraber Atina’ya
geliyor ve orda Anthistenes’le tanışıyor ve ona diyor ki beni de öğrencin
olarak al. Anthistenes hayır diyor. Senin baban paranın ayarını bozmuş bi
sahtekar. Diyojen de diyor ki ben de paranın ayarını bozacam. Ama daha geniş
çapta. Dünyada ne kadar para, pul, mal mülk, sahte unvan varsa hepsinin ayarını
bozacam. Anthisthenes bunu kovuyor bu gitmiyor, dövüyor gitmiyor, sövüyor
gitmiyor. En sonunda bakıyor ki bu çocuk da iş var ve Diyojen’i rahleyi
tedrisine alıyor.
Diyojen başlıyor hocası Anthistenes’in yanında
eğitim görmeye ama, boynuz kulağı geçer hesabı, hocasını geçiyor ve bir efsane
haline geliyor. İhtiyacımız olmayan her ne varsa onu atacaz ve ondan
kurtulacaz. Böylece özgürleşecez ve korkularımızdan, hırslarımızdan kurtulmuş
olacaz.
Ve Diyojen bir fıçıda yaşamaya başlıyor. Ev
bark yok yani. Sahip olduğu tek şey işte bu fıçı, üzerinde eski püskü bi
elbise, soğuktan korunmak için kötü bir battaniye ve de su içmek için bir
bardak. Hatta bigün çeşmeden avucuyla su içen bir çocuk görünce bardağa da
ihtiyacım yokmuş deyip onu da kırıyor. Diyojen’in işi gücü de yok bu arada.
Dilenerek yaşıyor.
İşte bu Diyojen hakkında çok efsaneler
anlatılır. Mesela Büyük İskender Diyojen’in namını duymuştur. Onu ziyarete
gelir ve bi isteği olup olmadığını sorar. Diyojen o atasözüne dönmüş efsane
sözünü orda söyler işte: “Gölge etme… Başka ihsan istemem…” Yani güneşin
önünden çekil anlamında söylüyor bunu elbette..
Yine Diyojen bigün gündüz vakti elinde fener dolaşıyor. Napiyosun diyenlere de “adam arıyorum” diye cevap veriyor. Herhalde deli yine saçmalıyor demiştir millet..
İşte Diyojen bu Kinizm olayını bir adım daha
ileri götürür ve der ki, toplumun sana dayattıkları şeyler, işte kural, kaide,
protokol, görgü kuralları.. Dahası ünvanlar, inançlar, din, aile, sevdiğin
insanlara bağlılık.. Bunların hepsi de saçma sapan işler. Tam olarak
özgürleşmek istiyorsak bunlardan da kurtulmalıyız..
Ve de işte aslında toplumun koyduğu kuralları
tanımayan bir hareket başlıyor. Ortalık yere tuvaletini yapıyor, ortalık yerde
cinsel ihtiyacını gidermek için mastürbasyon yapıyor. Hatta bunun için
kızanlara diyor ki, keşke mümkün olsa da karnımızın açlığını da midemizi
sivazlayarak giderebilsek.
Yani Diyojen diyor ki, kendinizi hem zihnen
hem bedenen öyle bir terbiye edeceksiniz ki, tamamen duyarsızlaşacaksınız.
Hiçbir şey size acı vermeyecek. Açlık, susuzluk, bi yakınınızın ölümü,
birilerinin size aşağılayıp hakaret etmesi.. Hiçbirini umursamayacaksınız. Yok
onur, yok şeref, haysiyet, yok bilmem ne.. Bunların hepsi boş işler. Hepsi de
insanların uydurduğu saçma sapan kavramlar. Tabiatta bunların hiçbirisi yok.
Asıl olanda zaten bu doğal yaşamdır, doğaya dönebilmektir. Hatta utanma denen
olayı da kaldıracaksınız. İnsanın büyük korkularından bi tanesi de zaten
toplumdan dışlanmak değil mi? İşte utanma dediğimiz olayın kökeni de aslında
buraya dayanır. Toplumun hoş görmediği bir işi yapıp toplumdan dışlanma
korkusu.
Hatta kendisine hakaret eden birisi için, o
aşağıladı ama ben aşağılanmadım dediği rivayet edillir.
Aslında Diyojen’in psikolojisini anlamak zor
değil. Babası dünya malına olan tamahı yüzünden Sinop’tan ta Atina’ya sürgün
edilmiş. Atina nere, Sinop nere. Google’dan baktım simdi 1780 km. Düşünün yani,
uçak yok otomobil yok. Bütün mallarına mülklerine el konulmuş. Zengin bi
ailenin çocuğuyken Atina’da fakirlik içinde bir çocukluk gecirmiş. Ve bütün
bunların hepsi babasının mal mülk hırsından dolayı olmuş. Bu yüzden de dünya malına
düşman olması gayet anlaşılır.
Yani mutluluk dediğimiz olay, çoğu insanın
zannettiği gibi, dış nesnelere ya da dış olaylara bağlı değil. Mutluluk bizim
içimizde. Mutluluk erdemli yaşamakta.
Her neyse.. Diyojen MÖ 323 yılında başka bir
Yunan şehri olan Korint’de ölüyor. Hem ismi hem de doğal yaşamı savunan
felsefesi dilden dile yayılıyor. Dünya malı hırsına kapılmanın ve de toplumdan
dışlanma korkusunun insanı nasıl da mutsuz ettiği inancı günümüzde hala
kendisine taraftar bulan ciddi ve yaygın bir düşünce.
Halk arasında, özellikle İskenderiye'de yayılan Kinizm, aslında Diyojen gibi ne var ne yok herşeyi atmayı öğütlemiyor. Sadece bunlara karşı kayıtsız kalmayı öğütlüyor. Yani kalbinden dünya malının, mülkünün, makamlarının sevgisini çıkarabilmeyi. Yani bunların varlığıyla yokluğu senin için aynı olmalı.
Meşhur hikayedir. İmamı Azam Ebu Hanife ders
verirken bi haber gelir: “Hocam, senin gemilerden biri battı”. Ebu Hanife bi
durur düşünür ve elhamdülillah der. Yarım saat sonra bi haber daha gelir:
“Hocam yanlış haber gelmiş, batan gemi senin değilmiş”; Ebu Hanife yine bi
düşünür ve yine elhamdülillah der.
Ve soranlara der ki, birinci haberde kalbimi
yokladım, bi üzüntü yok. İkinci haberde yine kalbimi yokladım. Bi sevinç yok.
Bu yüzden iki kere elhamdülillah dedim.
Şimdi kendi hayatınıza bi bakın. Kesinlikle
vazgeçemem, kaybedersem ölürüm, mahvolurum, yıkılırım dediğiniz şeyler neler?
Mesela eviniz, arabanız, paranız, telefonunuz, sevgiliniz, aileniz... Sonra da
elde etmeyi çok arzuladığınız şeyleri düşünün. Bi sınavı kazanmak, bi işe
girmek, zengin olmak, sevgiliniz.. Falan..
İşte Kinizm’e göre bunların hepsi sizi esir
alan nesneler ve sizin mutluluğunuza engel. Birşeyleri kaybetme korkusu ya da
elde etme isteği..
Şimdi mesela doğaya dönüşü savunan, köye
yerleşip teknolojinin olmadığı bir ortamda organik tarım falan yapanlar var.
Mutlu mudurlar acaba Kinistlerin iddia ettiği gibi? Bilmiyorum.
Şöyle bişey düşünebilir miyiz? İnsanoğlunun
doğasında var olan mücadele isteği, kinizm felsefesinde tamamen törpülenmiş
durumda mı? Hiçbir istek olmazsa, amaç olmazsa insan niçin mücadele etsin?
Erdemli yaşam için diyebilir miyiz? Yani erdemli yaşam için bir mücadele.
Mazlumun hakkını savunma, zalime karşı dik durma, kötülük yapanlarla mücadele
etme, ihtiyaç sahiplerine yardım etme.. Kinizm felsefesi herhalde sonuçta bu
şekilde bir mücadele anlayışı getirebilir. Bilmiyorum yani cidden. Belki ilerde
aydınlanabilirim.
Her neyse.. Sevgili felsefe dostları. Kısaca
Kinizm diyor ki, bu dünyada vazgeçemeyeceğiniz hiç bişey olmasın. Erdem hariç.
Sizi mutlu edecek şey erdemdir. Ahlaklı, dürüst bir yaşam... Gerisi laf-i güzaf...
Baş edebilmek için kaybettiklerimizi bence tek çare bi kısmını yapıyorum bu felsefenin akıcı güzel yazı çok beğendim diğerlerini de okuyacağım
YanıtlaSil"Yani Diyojen diyor ki, kendinizi hem zihnen hem bedenen öyle bir terbiye edeceksiniz ki, tamamen duyarsızlaşacaksınız. Hiçbir şey size acı vermeyecek. Açlık, susuzluk, bi yakınınızın ölümü, birilerinin size aşağılayıp hakaret etmesi.. Hiçbirini umursamayacaksınız. Yok onur, yok şeref, haysiyet, yok bilmem ne.. Bunların hepsi boş işler. Hepsi de insanların uydurduğu saçma sapan kavramlar. Tabiatta bunların hiçbirisi yok. Asıl olanda zaten bu doğal yaşamdır, doğaya dönebilmektir." Diyojenin bu görüşüne katılmıyorum, insan doğaya dönüp tamamen hayvani içgüdülerle bir hayvan gibi yaşayamaz, insanın ayırıcı vasfı akıldır, ve bu noktada ben Aristotolesin felsefesini daha çok benimsiyorum. İnsanın ayırıcı vasfı akılsa, aklı en iyi şekilde kullanarak yaşamak erdemdir.
YanıtlaSil