KUŞKUCULUK

 



Evet arkadaşlar. Bir başka Helenistik felsefe akımıyla, yani kuşkuculukla devam ediyoruz felsefe yazılarımıza.

Şimdi, kuşkuculuk dediğimiz olayın ilk tohumları Sofistler tarafından atılmış olsa da, bunu sistemli bir felsefe ve okul haline getiren kişi Pyrron. Türkçesi Firon. Daha kolay olduğu için onu kullanacam ben de.

Şimdi Firon, MÖ 365 yılında doğmuş, 275 yılında ölmüş. İskender’in ordusunda savaşmış, ta Hindistan’a kadar gitmiş. Daha sonra bi Grek şehri olan Elis’e gelip yerleşmiş ve burda okulunu kurmuş, ölene kadar da burda kalmış. Dinince dinlensin.

İşte şimdi bu Firon demiş ki: “Gerçek bilgiye ulaşmak imkansız”.

Niye böyle demiş? Çünkü önceki filozofları incelemiş ve her birinin aynı doğayı, aynı tabiatı, aynı insanları incelemelerine rağmen, hepsinin de farklı farklı sonuçlara ulaştığını görmüş. Birbirine taban tabana zıt şeyler yani.

Peki niye bu böyle diye düşünürken, aklına gelmiş ve demiş ki, aslında inceledikleri nesneler aynı şeyler. Peki niye o zaman hep farklı farklı sonuçlar geliyor ? Çünkü demiş, algıları farklı.

Yani o nesneleri herkes aynı algılamıyor. Aynı şekilde görmüyor, ya da duymuyor, koklamıyor.. Hepsi onu farklı gördüğü için, farklı duyduğu için ortaya farklı farklı sonuçlar çıkıyor.

Ve de bu farklı görüşlerin hangisinin gerçekten doğru olduğunu biz hiçbir zaman bilemeyiz.

Haydaa.. Ortaya çok acayip bişey çıktı. Mesela şöyle bi soru soralım: Ateş yakar mı ? Bilemeyiz.. Yakar mı ?

E yani şimdi diyebilirsiniz ki geri zekalı mısın? O zaman al bi çakmak yak parmağını gör!!

E öyle değil işte. Ben ateşi yakıcı olarak “algılıyorum”. Ateşi parmağıma tutarsam tabi ki yanar. Ama bu sadece benim algım. Ben ateşin gerçekten yakıcı olup olmadığını asla bilemem.

Yani ben nesnelerin özelliklerini sadece algılarım. Onların gerçek doğasını bilemem.

Mesela kafandan aşağı bi kova su dökülse ıslanırsın demi. Ama bu sadece benim algım. O su gerçekten ıslak bi nesne mi bilemem.

Offf. Sahiden de kafa karıştırıcı. Niye böyle bi felsefe geliştirmiş ki?

Niye mi? Çünkü Helenistik dönemde yaşıyoruz. Savaşlar, ölümler, kıtlıklardan geçilmiyor. Ve de insanlar bunalım  ve ümitsizlik içinde. Ve de bu felsefe onlara ilaç gibi geliyor. Bütün bu olanlar, açlık, kıtlık, ölümler, savaşlar.. İyi mi kötü mü bilemeyiz. Bu sadece bizim algımız. Biz bunları kötü olarak algılıyoruz. Eğer algımızı değiştirirsek, yani bunların belki de iyi olduğunu düşünürsek kaygılanmanın, acı çekmenin bi anlamı yok. Kayıtsız kalmak bu durumda en doğrusu..

Anladın? Yani hiçbisey belli değilse, o zaman bizim yarın ne olacağımız da belli değil. O zaman en güzeli bu anın tadını çıkarmak.

Şimdi bak mesela, şöyle bi örnek vereyim. Bal tatlıdır deriz değil mi? İşte kuşkuculara, yani septiklere göre bu ifade yanlış. Bal tatlı mı değil mi sen bilemezsin. Sadece diyebilirsin ki, bal bana tatlı geliyor. Balın gerçek doğasını hiçbir zaman bilemezsin. Bu balın milyarlarca kişiye tatlı gelmesi bu gerçeği değiştirmez. 

Bak mesela, şöyle bi örnek versem. Deniz mavidir demi. Biz onu öyle algılarız. Ama denizden bi bardak su alsak. Bardaktaki su mavi mi? Hayır değil. Bak gördün mü ? Eğer sadece algılarımıza güvenseydik sürekli olarak deniz suyunu mavi zannedecektik. Ha bardakla aldığın suyun renginden de kesin emin olamazsın. Renksiz saydam bir madde olarak algılıyorsun bunu ama nerden biliyosun onun sahiden öyle olduğunu.

Bak mesela güzellik algısı diye bi olay var ki çok ilginç. Yetmişli yıllarda çekilen filmlerdeki başrol kadınlarının hepsi balık etli. Çünkü o zaman o türden kadınlar güzel ve çekici olarak görülüyor. Ama şimdi sıfır beden, ince belli kadınlar revaçta. Nasıl değişiyor görüyo musun güzellik algısı. Yani işte kuşkuculuğun doğruluğuna güzel bi delil. Gerçek güzelliğin ne olduğunu biz asla bilemeyiz. Ama falanca filanca kadını güzel olarak algılayabiliriz sadece. Ama yetmişli yıllardakilerin güzel olarak algıladığını bugünkü Z kuşağı güzel olarak algılamayabilir.

 

Bak mesela başka bi örnek.. Çocukluğumuzdan beri bize ne öğretildi ? Dünya güneşin etrafında döner. Öyle değil mi ? Yani bu bilgi bizde o kadar yer etti ki, sorgulamıyoruz bile. Ama şimdi bi düşünün. Bu bilgiden tamamen habersiz olan bin sene önce yaşamış bi insanı düşünün. Algıları ona bunun tam tersini söylemez mi? Yani bakiyosun güneş doğudan doğuyor, gün boyunca batıya doğru hareket ediyor ve ordan batıp kayboluyor. Yani algılarımıza göre aslında dünya sabit ama güneş dünyanın etrafında dönüyor. Ama sonra keşfediliyor ki aslında tam tersi. Gördün mü bak? Algılarımız bize her zaman gerçeği vermiyor yani.

Ha septizme göre dünyanın güneş etrafında döndüğü de kesin bilgi değil onu söyleyim. Biz sadece bunu böyle algılıyoruz. Aslında biz algılamıyoruz. İçinizde dünyanın güneş etrafında döndüğünü gerçekten gören biri var mı? Bi takım işte astronotlar falan görmüş bunu. Ama ben şahsen dünyanın güneş etrafında döndüğünü hiç görmedim.

Her neyse.. Demek ki arkadaşlar.. Herhangi bir özelliğin, olayın, varlığın gerçekten olup olmadığını bilemeyiz. Belki de sahiden öyledir ha. Bilemeyiz. Belki ateş sahiden yakıcıdır. Ama dediğim gibi bunu kesin olarak asla bilemeyiz. Belki ateş yakıcı değildir ama bize öyle geliyor olabilir.

Şimdi peki algılarla oynayabilirsek bazı şeyleri değiştirebilir miyiz? Mesela bi bıçakla bi yerimizi kesseler inanılmaz acır değil mi? Ama mesela bi doktor tedavi amacıyla bunu yapmadan önce orayı uyuşturursa bi acı hissetmiyorsunuz. O zaman bu bıçak sizi kesince acı verir mi vermez mi? Bilemeyiz. Sadece normal şartlar altında acı verdiğini algılarız. Ama uyuşturulduğu zaman da acı vermediğini algılarız.. Yani bütün iş algıda bitiyor..

Kuşkuculuk denen akım, bana göre, asıl etkisini toplumsal hayatta, insan ilişkilerinde gösteriyor. Yaşadığın topluma, ailene, yetiştirilme tarzına, inancına göre algın değişebiliyor. Öyle değil mi?

Bak çok basit bi örnek vereyim. Diyelim ki bi Türk’e, bi vatandaşımıza ana avrat küfür ettin. İstenmeyen tatsız olaylar yaşanır. Öyle değil mi? Yani iş cinayete kadar gidebilir. Niye? Algı meselesi.. Bizim vatandaşımız o sözü ağır bir hakaret, ağır bir asşağılama olarak “algılar”. Ama kuşkucu birine göre bu gerçekten hakaret mi değil mi? Bunu asla bilemeyiz.

Aynı sözü bi Avrupalı‘ya söylesen muhtemelen cevabı şu şekilde olur: “Annemin cinsel hayatına karışmam. Bi Türkle beraber olacağını pek sanmıyorum ama, yine de dene istersen”. Niye? Sebep çok basit. Bi Avrupalı bunu hakaret olarak algılamaz. Cinsel ilişki denen olayı yeme içme gibi sıradan bi olay olarak görür.

Bakın algı dediğimiz olay herşeyi nasıl da değiştiriyor.. Çok ilginç değil mi? Daha ekstrem bi örnek vereyim. Tayland’ın bazı bölgelerinde genç kızların belli bi yaşa gelince genelevde hayat kadını olarak çalışmaları gayet normal olarak görülür. Anne babaları elleriyle götürüp teslim eder. Bizde ise böyle bi olay, Allah muhafaza, felaketlerin en büyüğü olarak görülür.

Ha şimdi bu iki düşünceden hangisi doğru diye sorarsak, bi kuşkucu der ki, bunun hangisinin doğru olduğunu asla bilemeyiz. O yüzden bu konuda bi yargıda bulunamam. Ama sen onu kötü algılarsın, öteki iyi olarak algılar. Tamamen algı meselesi.

Bakın “gerçek yoktur, algı vardır” gibisinden yanlış bi düşünce gelmesin aklınıza. Kuşkuculara göre gerçek vardır, ama biz onu bilemeyiz. Sadece “algılarız”. Görürüz, duyarız, koklarız, tadarız, dokunuruz…

 

Bakın zaman içinde algılar inanılmaz değişimlere de uğrayabiliyor. Mesela sundan yirmi-otuz sene öncesine kadar nerdeyse bütün dünya, ya da çoğunluk diyeyim, eşcinselliğin lanetli olduğuna dair hemfikirdi. Şu anda hala buna inananlar var ama azınlıkta kaldılar. Batı Avrupa’da buna inansan dahi bunu söyleyemezsin çünkü nefret suçundan ceza alırsın. Bak eşcinsel algısı nasıl da değişti..

Mesela kadınlar için de diyebiliriz aynısını. Kadınların giyimi, çalışması, özgürlüğü… Üçyüz yıl önceki insanla şimdiki insanın bu konudaki algısı aynı mı ? Bi kadını çarşafsız sokağa çıkıyo diye ayıplayan gördünüz mü ? Ekstrem durumları saymıyorum tabi. İran gibi, Afganistan gibi..

İşte arkadaşlar.. Aslında eğitim olsun, propaganda olsun, bazı diziler filmler olsun. Hepsi de işte bu algıyı değiştirmeye yöneliktir. Senin herhangi birşeyi iyi ya da kötü olarak görmen, ya da ahlaksızlık olarak görmen… Bu tamamen senin algınla ilgilidir ve algı dediğimiz olay da eğitimle, propagandayla kolayca değiştirilebilecek bi olay.

Şimdi bu görüşten bir sürü felsefi soru çıkar ortaya. Bak mesela sinemaya gittin film izliyorsun. Ha onlar gerçek değil. Öyle mi? Nerden biliyosun? Görüyosun duyuyosun. Yani Adana’da perdedeki kötü adama silah sıkan adamı duymadın mı hiç? Ya da bak ilk film gösteriminde perdede tren seyirciye doğru gelince seyircilerin hepsi kaçışmış. Yani o oynayan film gerçek mi değil mi bilemeyiz kuşkuculara göre.

Tabi buna şöyle bi itiraz yapabilirsiniz: Filmde olanları biz sadece görüyoruz ve duyuyoruz. Peki diğer duyu organları. Oyunculara dokunabiliyor muyum? Hayır. Filmdeki bi çiçeğin kokusunu alabiliyor muyum? Hayır.. Oyuncunun demlediği çaydan içebiliyor muyum? Hayır. Hadi tiyatro desen neyse..

Haklısınız da. Ama şöyle bişey düşünün şimdi. Bi teknoloji icat edilmiş. Gözünüze gözlüğü takıyorsunuz ve sanal ortamdasınız. Şimdiki olanlar gibi değil yalnız. Çok daha gelişmişi. Herşey gerçek gibi. Görüyosun, duyuyosun, kokluyosun,tadıyosun, dokunuyorsun.. Yani beş duyu organına birden hitap ediyor. Mesela o ortamda sanal bi yemek yediğin zaman sana doygunluk hissi veriyor. Başka insanlarla mesela iletişime geçiyorsun, hatta sevgili yapıp sevişiyorsun. Aynı heyecanı, zevki, duyguları birebir yaşıyosun.

Şimdi burda ciddi bi sorun ortaya çıkıyor. Bu sanal dünyanın gerçek dünyadan farklı olduğunu nasıl ispat edebilirsin? E biliyorum çünkü gözlük taktım.

Peki o zaman şöyle düşünün. Ta bebekken bu sanal dünyaya yerleştirilmiş ve ordan hiç çıkarılmamış bir insan düşünün.. O insan için ondan başka bir gerçeklik var mı?

Peki senin yaşadığın dünyanın da aynı böyle bir sanal gerçeklik olmadığı ne malum? Truman Show diye güzel bir film vardı bununla ilgili.. İzlemediyseniz tavsiye ederim..

Yani bakın arkadaşlar… Herhangi bir felsefenin gözünden dünyaya baktığımız zaman ortaya inanılmaz sonuçlar ve yeni sorular çıkıyor.. Felsefenin güzelliği de bu işte aslında. Pardon yanlış söyledim. Felsefenin bana güzel gelen yönü bu diyecektim. Çünkü felsefenin güzel olup olmadığını asla bilemem, sadece öyle algılarım.

Bak mesela kuşkucu bi insan, asla şunu demez: Ahmet çok iyi bi insan. Hayır! Onun iyi olup olmadığını biz bilemeyiz. Ben onu iyi olarak algılıyorum. Böyle söyleyebiliriz.

Filanca kadın çok güzel.. Bunu da diyemeyiz. Bana güzel geliyor. Ya da bence güzel diyebiliriz. Onun gerçekten güzel olup olmadığını bilemeyiz. Yani bütün dünya bunun üzerinde ittifak etmiş olsa dahi bu onun kesin olarak doğru olduğu anlamına gelmez. Kargaya yavurusu şahin gözükür hesabı.

Neyse çok uzatmayalım. Şimdi ortaya şöyle bi sorun çıkıyor. Kuşkuculuğa göre iki farklı ve zıt görüşten hangisinin doğru olduğunu da bilemeyiz. Mesela Fenerbahçe mi daha büyük takım yoksa Galatasaray mı? Bilemeyiz. E o zaman napacaz kardeşim? Kuşkuculuğa göre aslolan kayıtsızlıktır. Mutlu olmanın yolu da budur.

Ve de bu kayıtsızlık da aslında şunu beraberinde getiriyor: Toplum, çoğunluk hangi taraftaysa ona göre hareket edeceksin. Ya da güçlü olan tarafla beraber olacaksın. En doğrusu bu. Çünkü toplumun hoş görmediği bir işi yaparsan toplumdan dışlanırsın, aforoz edilirsin, linç yersin. Hatta iş sürgün, hapis, idama dahi gidebilir. Yani iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu bilmiyorsam, ne diye kendimi sıkıntıya sokayım ki? İçinde olduğum toplumun yaptığı, ya da onun yaptığının tam tersi.. Hangisinin doğru olduğunu bilmiyorum ben kardeşim. O zaman en mantıklı ve rahat olanı çoğunlukla beraber hareket etmek.

Yani Kadıköy’de yaşıyosan CHPli olacaksın, Fatih’te yaşıyosun Akpartili olacaksın. Çünkü bu ikisinden hangisinin doğru olduğunu hiçbir zaman bilemem… O zaman en doğrusu en az sıkıntı yaşayacağım tarafta olmak.

Aynısını Tanrı inancı için de demişler. Tanrı var mı yok mu hiçbi zaman bilemeyiz. Ama ben dindar bir toplumda yaşıyorsam, onlarla beraber camiye ya da kiliseye giderim, ibadetimi yaparım, duamı ederim, efendime söyleyim, dükkanıma ya da evime Hz İsa'nın resmini, ya da besmele levhasını asarım. Ama bu inanç doğru mudur değil midir bunu asla bilemem. Ki daha sonra bu felsefeden Agnostizm denilen inanç ortaya çıkacaktır.

Hani bi filozof demiş ya, ismini unuttum, fikirlerim için savaşmam, ölmem… Çünkü doğru olduklarından hiçbir zaman emin olamam.

Yazı biraz uzadı mı bilmiyorum. Ama bana göre gerçekten ilginç bi felsefe. Bak yine bana göre dedim. Çünkü sahiden ilginç mi değil mi hiç bi zaman bilemem.

Bu felsefeyi konu alan pek çok film var. En bilineni Matriks. Bizde mesela Şener Şen’in oynadığı Gölge Oyunu diye bi film var. Inception var. Başka ne vardı ya ? Truman Show var.. Black Mirror diye bi dizi var. Bakmanızı tavsiye ederim. Pardon izlemenizi. Avrupalı Türk olduğumuz için.

Neyse.. Kuşkuculuk/Şüphecilik/ Septizm bu kadar.. Hadi kalın sağlıcakla…

Yorumlar

  1. Gerçekten bu yazı uzamış doğrumu değilmi yazdıklarınız epey kuşkulandım😄

    YanıtlaSil
  2. Ve öyleyse bize düşen de kendimizi suyun akışına bırakmak.
    Suya sabuna dokunup dokunmayacağımızı da o anki algılara.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

PLATON II - İDEALAR

HERAKLİTOS